İngilizcede en çok kullanılan ilk 3000 kelime Türkçe anlamları ile verilmiş ve örnek cümlelerde kullanılmıştır;
1- a | |||||
(herhangi) bir | |||||
a book, a car , a movie (bir kitap, bir araba, bir film) | |||||
2-abandon ; (fiil) | |||||
terk etmek, bırakmak, vazgeçmek, yüzüstü bırakmak | |||||
The children have been abandoned by their mother. (Çocuklar anneleri tarafından terk edildi.) | |||||
3-ability; (isim) | |||||
yetenek, beceri, kabiliyet, hüner | |||||
She has some musical ability. (Onun biraz müzik yeteneği var.) | |||||
4-able; (sıfat) | |||||
yetenekli, hünerli, yapabilen, becerikli, | |||||
You must be able to speak German for this job. (Bu iş için Almanca konuşuyor olabilmelisin.) | |||||
5-abortion; (isim) | |||||
kürtaj, bebek aldırma,çocuk düşürme | |||||
She decided to have an abortion. (O, kürtaj yaptırmaya karar verdi.) | |||||
6- about; (zarf, edat) | |||||
üzere, yaklaşık, hemen hemen,aşağı yukarı, hakkında (ed.) | |||||
I was very sorry to hear about your sister. (Kardeşin hakkında duyduklarıma çok üzüldüm.) | |||||
7- above; (zarf, sıfat) | |||||
zf; üzerine, yukarıda, üstünde ,üzerinde s.; yukarıdaki, yukarıda geçen | |||||
The birds were flying above the clouds. (Kuşlar bulutların üstünde uçuyorlardı.) | |||||
8- abroad; zarf, sıfat) | |||||
zf.; yurt dışında s.; dışarı, dış ülke , yurt dışı | |||||
She worked abroad for a year. ( Bir yıl yurt dışında yaşadı.) | |||||
9- absence; (isim) | |||||
bulunmama, yokluk, olmayış | |||||
They didn’t notice his absence. (Onun yokluğunu fark etmediler.) | |||||
10) absolute; (isim, sıfat) | |||||
i. ;mutlak s.; salt,mutlak, kati, kesin | |||||
I want absolute silence during the lesson. (Ders süresince mutlak sessizlik istiyorum.) | |||||
11) absolutely; (zarf) | |||||
kesinlikle, mutlaka, tamamıyla, muhakkak | |||||
It is absolutely an extraordinary situation. (Bu kesinlikle olağanüstü bir durum.) | |||||
12) absorb; (fiil) | |||||
emmek,içine çekmek, soğurmak, özümsemek, anlamak | |||||
Plants absorb oxygen. (Bitkiler oksijen emer.) | |||||
13) abuse; (isim, fiil) | |||||
i.; suistimal, taciz f.; suistimal etmek, kötüye kullanmak, | |||||
She suffered years of physical abuse. (Yıllarca fiziksel tacize uğradı.) | |||||
14) academic; (isim, sıfat) | |||||
i.; öğretim görevlisi s.; akademik, bilimsel | |||||
The new academic year starts in October. (Yeni akademik yıl ekim ayında başlıyor.) | |||||
15) accept; (fiil) | |||||
kabul etmek, kabullenmek, onaylamak | |||||
She has decided not to accept the job. ( İşi kabul etmemeye karar verdi.) | |||||
16) access; (isim, fiil) | |||||
i.; erişme, erişim, giriş f.; erişmek, | |||||
You need a password to access the confidential information. (Gizli bilgilere erişmek için bir şifren olması gerek.) | |||||
17) accident; (isim) | |||||
kaza , arıza, rastlantı, beklenmedik olay | |||||
The accident happened at 5 a.m. (Kaza sabah saat 5’te oldu.) | |||||
18) accompany; (fiil) | |||||
eşlik etmek, yanında olmak, , arkadaşlık etmek, yoldaşlık etmek | |||||
Her husband accompanied her on the trip. (Gezide kocası ona eşlik etti.) | |||||
19) accomplish; (fiil) | |||||
başarıyla tamamlamak, becermek, sonuçlandırmak, üstesinden gelmek | |||||
Mission accomplished. (Görev başarıyla tamamlandı.) | |||||
20) according; (isim, zarf) | |||||
i.; uyma f.; uyarak, uygun olarak, göre | |||||
Everything went according to his instructions. (Her şey onun talimatlarına uygun olarak ilerledi.) | |||||
21) account; (isim, fiil) | |||||
i.; hesap , hesap verme f.; açıklamak, hesap vermek, saymak | |||||
I don’t have a bank account. (Banka hesabım yok.) | |||||
22) accurate; (sıfat) | |||||
kesin, doğru, tam, hatasız | |||||
This watch is not very accurate. (Bu saat çok doğru değil.) | |||||
23) accuse; (fiil) | |||||
suçlamak, suçlamada bulunmak, itham etmek | |||||
He accused him of lying. ( Onu yalan söylemekle suçladı.) | |||||
24) achieve; (fiil) | |||||
başarmak, elde etmek, ulaşmak, üstesinden gelmek | |||||
He had finally achieved great success. (Sonunda büyük başarı elde etti.) | |||||
25) achievement; (isim) | |||||
başarı, başarma, elde etme,kazanım | |||||
It was a remarkable achievement for such a young student. (Bu, böylesine genç bir öğrenci için olağanüstü bir başarıydı.) | |||||
26) acid; (isim, sıfat) | |||||
i.; asit, ekşime s.; ekşi | |||||
Acid can damage things. (Asit zarar verebilir.) | |||||
27)acknowledge; (fiil) | |||||
kabul etmek, kabullenmek, tasdik etmek, beyan etmek | |||||
It is generally acknowledged to be wrong. (Bu genel olarak yanlış olarak kabul edilir.) | |||||
28) acquire; (fiil) | |||||
elde etmek, edinmek, kazanmak, sahip olmak | |||||
She has acquired a good knowledge of History. (Tarih konusunda iyi derecede bilgi sahibi oldu.) | |||||
29) across; (fiil, edat, zarf) | |||||
f.; boydan boya geçmek ed.; karşısında zf.;karşıdan karşıya | |||||
The hospital is right across the bank. (Hastane bankanın tam karşısında.) | |||||
30) act; (fiil, isim) | |||||
f.; davranmak, hareket etmek, rol oynamak, yalandan yapmak i.; yasa, eylem | |||||
Don’t act like sorry. (Üzgünmüş gibi davranma.) | |||||
31) action; (isim) | |||||
eylem, aksiyon, dava, fiil, davranış | |||||
Everyone must take responsibility for their actions. (Herkes davranışlarının sorumluluğunu almalı.) | |||||
32)active; (sıfat) | |||||
etkin, faal, aktif, çalışkan | |||||
She takes an active part in this project. (Bu projede aktif rol alıyor.) | |||||
33)activist; (isim) | |||||
aktivist, eylemci | |||||
The human rights activists are organizing a demonstration this week. (İnsan hakları aktivistleri bu hafta bir eylem düzenliyor.) | |||||
34) activity; (isim) | |||||
etkinlik, faaliyet, işlem, fiil | |||||
The club provides a wide variety of activities. (Klüp çok çeşitli aktiviteler sunmaktadır.) | |||||
35) actor; (isim) | |||||
oyuncu, erkek oyuncu, aktör,artist, | |||||
He is a world famous actor. (Dünyaca ünlü bir aktördü.) | |||||
36)actress; (isim) | |||||
oyuncu, kadın oyuncu, aktris, artist | |||||
She wants to be an actress when she grows up. (Büyüyünce aktris olmak istiyor.) | |||||
37) actual; (sıfat) | |||||
asıl, gerçek, hakiki, doğru, aktüel | |||||
The actual cost was higher than he expected. (Gerçek tutar beklediğinden daha yüksekti.) | |||||
38) actually; (zarf) | |||||
aslında, fiilen, gerçekte, sahiden | |||||
What did he actually say? (Gerçekten ne söyledi?) | |||||
39)ad; (isim) | |||||
reklam, ilan, duyuru | |||||
We put an ad in the local newspaper. (Yererl gazeteye reklam verdik.) | |||||
40)adapt; (fiil) | |||||
adapte etmek, uyarlamak, uymak , uyum sağlamak | |||||
We should adapt quickly to the new system. (Yeni sisteme hızlıca uyum sağlamalıyız.) | |||||
41) add; (fiil) | |||||
eklemek, ilave etmek, katmak , toplamak | |||||
Do you want to add your name to the list? (İsmini listeye eklemek ister misin) | |||||
42) addition; (isim) | |||||
ek, ekleme, ilave, toplama, katma , eklenti | |||||
The last additions were done last night. (Son eklemeler dün gece yapıldı.) | |||||
43) additional; (sıfat) | |||||
ek , ilave, ilaveten | |||||
The company provided an additional 5 million dollars to this project.( Şirket, bu proje için ilave 5 milyon dolar sağladı.) | |||||
44) address; (fiil, isim) | |||||
f.; hitap etmek, konuşma yapmak, göndermek, değinmek, adres yazmak i.; adres, söylev, hitap, konuşma | |||||
I gave my address and phone number. (Adresimi ve telefon numaramı verdim.) | |||||
45)adequate; (sıfat) | |||||
yeterli, uygun, kafi | |||||
There is not an adequate supply of water in Africa. (Afrika’da yeterli su tedariği bulunmamakta.) | |||||
46) adjust; (fiil) | |||||
ayarlamak, uydurmak, uyarlamak adapte olmak, | |||||
I couldn’t adjust to living alone. (Yalnız yaşamaya uyum sağlayamadım.) | |||||
47)adjustment; (isim) | |||||
ayar, ayarlama, uydurma, düzenleme, adaptasyon | |||||
We should make a few adjustments to the project. (Projeye birkaç düzenleme yapmalıyız.) | |||||
48) administration; (isim) | |||||
yönetim, idare, yöneticilik, idarecilik | |||||
The school administration will organize a picnic at the weekend. ( Okul yönetimi hafta sonu bir piknik organize edecek.) | |||||
49) administrator; (isim) | |||||
yönetici, idareci, müdür, | |||||
The hospital administrator was suspended for a while. (Hastane yöneticisi bir süreliğine görevden uzaklaştırıldı.) | |||||
50) admire; (fiil) | |||||
hayran olmak, beğenmek, | |||||
I really admire your recent works. (Son çalışmalarınıza gerçekten hayranım.) | |||||
51) admission; (isim) | |||||
itiraf, kabul, giriş izni, teslim | |||||
A lot of countries are applying for admission to the European Union. (Birçok ülke Avrupa Birliği’ne kabul için başvuruda bulunuyor. | |||||
52) admit; (fiil) | |||||
itiraf etmek, kabul etmek, izin vermek, teslim etmek | |||||
Don’t be afraid to admit your mistakes. (Hatalarını itiraf etmekten korkma.) | |||||
53)adolescent; (sıfat, isim) | |||||
s.; ergen, ergenlik çağında olan, genç i.; yeni yetme, delikanlı | |||||
Adolescents may have problems with their parents in this period. (Erkenlik çağındaki gençlerin bu dönemde aileleriyle sorunları olabilir.) | |||||
54) adopt; (fiil) | |||||
evlat edinmek, benimsemek, kabul etmek, sahiplenmek | |||||
A childless couple has adopted a baby. (Çocuğu olmayan çift, bir bebek evlat edindi.) | |||||
55) adult; (isim, sıfat) | |||||
i.; yetişkin s.; ergin, yetişkin | |||||
Why don’t you act like an adult? (Neden bir yetişkin gibi hareket etmiyorsun?) | |||||
56) advance; (fiil, isim) | |||||
f.; ilerlemek, geliştirmek, gelişim göstermek i.; ilerleme, terfi | |||||
Do you follow the recent advances in medical science? ( Tıp alanındaki son gelişmeleri takip ediyor musun?) | |||||
57) advanced; (sıfat) | |||||
ileri, gelişmiş, ileri derecede | |||||
England is an industrially advanced country. (İngiltere sanayi bakımından gelişmiş bir ülkedir.) | |||||
58) advantage; (isim) | |||||
yarar, fayda, avantaj, | |||||
You will have an advantage if you prepare well. (Eğer iyi hazırlanırsan avantajın olacak.) | |||||
59) adventure; (isim, fiil) | |||||
i.; macera , serüven, risk f.; tehlikeye atmak, riske atmak | |||||
She likes reading adventure stories. (Macera hikayeleri okumayı sever.) | |||||
60) advertising; (isim) | |||||
reklam, tanıtım, reklamcılık | |||||
Alcohol advertising has been banned. (Alkol reklamı yasaklandı.) | |||||
61) advice; (isim) | |||||
öğüt, nasihat, tavsiye,danışma | |||||
I will give you some advice for this job. ( Sana bu iş için biraz tavsiye vereceğim.) | |||||
62) advise; (fiil) | |||||
öğüt vermek, nasihat etmek, tavsiyede bulunmak, danışmak | |||||
I advise you to be careful. (Size dikkatli olmanızı tavsiye ederim) | |||||
63) adviser; (isim) | |||||
danışman, akıl hocası, rehber, kılavuz, müşavir | |||||
You should find a special adviser for children’s education. ( Çocukların eğitimi için özel bir danışman bulmalısın. | |||||
64) advocate; (isim, fiil) | |||||
i.; avukat, savunucu f.; desteklemek, müdafaa etmek , savunmak | |||||
Many experts advocate that sleeping early is good for health. (Birçok uzman, erken uyumanın sağlık için faydalı olduğunu savunuyor.) | |||||
65) affair; (isim) | |||||
mesele, vaka, ilişki | |||||
She is having an affair with her colleague . (Meslektaşıyla ilişkisi var.) | |||||
66) affect; (isim, fiil) | |||||
i.; duygulanım, heyecan f.; etkilemek, duygulandırmak, gibi davranmak | |||||
Her opinions affected my decision. (Onun görüşleri kararımı etkiledi.) | |||||
67) afford; (fiil) | |||||
satın almaya gücü yetmek, maddi gücü yetmek | |||||
We can’t afford to go holiday this summer. (Bu yaz tatile gitmeye maddi gücümüz yetmez.) | |||||
68) afraid; (sıfat) | |||||
korkmuş, ürkmüş | |||||
Are you afraid of darkness? (Karanlıktan korkar mısın?) | |||||
69) African; (isim, sıfat) | |||||
i.; afrika, s.; afrika ile ilgili, afrikalı | |||||
Her mother is an African and her father is a Japanese. (Annesi Afrikalı , babası ise Japon.) | |||||
70) African-American; (isim) | |||||
afrikalı amerikalı | |||||
He lives in America but he is actually an African-American. (Amerika’da yaşıyor ancak aslında afrikalı-amerikalı.) | |||||
71) after; (zarf, sıfat) | |||||
zf.; sonra, ardından, arkasından s.; sonraki, sonra gelen | |||||
We will go shopping after lunch. (Öğle yemeğinden sonra alışverişe gideceğiz.) | |||||
72) afternoon; (isim) | |||||
öğleden sonra | |||||
I have a meeting on Monday afternoon. (Pazartesi öğleden sonra topantım var.) | |||||
73) again; (zarf) | |||||
tekrar, yeniden, bir daha | |||||
Can you say again? I couldn’t understand. (Tekrar söyler misin? Anlayamadım.) | |||||
74) against; (edat, zarf) | |||||
ed.; karşı , aykırı, aleyhinde zf.; -e doğru, ters olarak | |||||
That’s against the law. (Bu yasaya aykırı.) | |||||
75) age; (isim, fiil) | |||||
i.; yaş, çağ f.; yaşlanmak,eskimek | |||||
When I was your age, I was already finished school. (Senin yaşındayken okulu çoktan bitirmiştim.) | |||||
76) agency ; (isim) | |||||
acenta, ajans | |||||
We are working with the local travel agancy. (Yerel seyehat acentası ile çalışıyoruz.) | |||||
77) agenda; (isim) | |||||
gündem, gündemde olan konular , ajanda | |||||
Did you have any information about the meeting’s agenda? ( Toplantının gündemi hakkında bilgin var mı?) | |||||
78) agent; (isim) | |||||
acente, temsilci, ajan, vekil | |||||
Did you call the travel agent? (Seyehat acentasını aradın mı?) | |||||
79) aggressive; (sıfat) | |||||
agresif, saldırgan, kavgacı | |||||
She gets aggressive when she’s hungry. (Acıkınca agresifleşiyor.) | |||||
80) ago; (zarf) | |||||
önce | |||||
I went to Spain a long time ago. (İspanya’ya çok uzun zaman önce gittim.) | |||||
81) agree; (fiil) | |||||
aynı fikirde olmak, kabul etmek, hemfikir olmak , mutabık omak | |||||
Sometimes I agree with her ideas. (Bazen onun görüşleriyle aynı fikirde oluyorum) | |||||
82) agreement; (isim) | |||||
anlaşma, sözleşme, uzlaşma, mutabakat | |||||
The agreement was signed by the member countries. (Anlaşma, üye ülkeler tarafından imzalandı.) | |||||
83) agricultural; (sıfat) | |||||
tarımsal, zirai | |||||
Agricultural production has been raised for the last ten years. (Son on yıldır tarımsal üretimde artış meydana geldi) | |||||
84) ah; (ünlem) | |||||
of , ah, vah | |||||
Ah, this is delicious. (Of, bu çok lezzetli.) | |||||
85) ahead; (zarf, sıfat) | |||||
zf.; ilerde, leriye s.; öndeki | |||||
I will walk ahead. (İleriye yürüyeceğim) | |||||
86) aid; (isim, fiil) | |||||
i.; yardım , yardımcı f.; yardım etmek, | |||||
I joined a medical aid programme. (Tıbbi yardım programına katıldım) | |||||
87) aide; (isim) | |||||
emir kulu, emir yaveri, yardımcı | |||||
She worked as nurse’s aid for three years. (3 yıl hemşire yardımcısı olarak çalıştı.) | |||||
88) AIDS (isim) | |||||
aids | |||||
AIDS research have been done for years in this institute. (Bu enstitüde AIDS araştırması yıllardır yapılıyor.) | |||||
89) aim; (isim, fiil) | |||||
i.; hedef, amaç f.; amaçlamak , hedeflemek | |||||
His main aim in life is to earn a lot of money. (Onun hayattaki asıl hedefi çok para kazanmak.) | |||||
90) air; (isim, fiil) | |||||
i.; hava f.; havalandırmak – to be on air : yayında olmak | |||||
I need some fresh air, let’s go out. (Biraz temiz havaya ihtiyacım var, haydi dışarı çıkalım.) | |||||
91) aircraft; (isim) | |||||
uçak, hava taşıtı | |||||
This aircraft can carry 300 people. (Bu uçak 300 kişi taşıyabilir.) | |||||
92) airline; (isim) | |||||
havayolu | |||||
I prefer international airlines. (Uluslararası havayollarını tercih ediyorum.) | |||||
93) airport; (isim) | |||||
havalimanı, havaalanı | |||||
We should get to the airport before the flight time. (Uçuş zamanından önce havaalanında olmalıyız.) | |||||
94) album; (isim) | |||||
albüm, plak | |||||
Young singer released a new album last week. (Genç şarkıcı geçen hafta yeni bir albüm çıkardı.) | |||||
95) alcohol; (isim) | |||||
alkol, içki | |||||
Alcohol is vitally dangerous for the liver. | |||||
96) alive; (sıfat, zarf) | |||||
s.; canlı, sağ zf.; canlı canlı | |||||
Is your grandfather still alive? (Senin büyükbaban hala sağ mı?) | |||||
97) all; (isim, zamir, sıfat , zarf) | |||||
i.; bütün, tümü , her şey zm.; hepsi s.; bütün, tamamı zf.; bütünüyle , tamamıyla | |||||
His all relatives attended his wedding. (Düğününe bütün akrabaları katıldı.) | |||||
98) alliance; (isim) | |||||
ortaklık, ittifak, müttefiklik, antlaşma | |||||
The government is now in alliance with the non governmental organizations. (Hükümet şuanda sivil toplum kuruluşları ile ortaklık içerisinde.) | |||||
99) allow; (fiil) | |||||
izin vermek | |||||
You are not allowed to go out until you finish your homework. (Ödevini bitirene kadar dışarı çıkmaya izinli değilsin.) | |||||
100) ally; (isim, fiil) | |||||
i.; müttefik ülke, müttefik f.; katılmak, birleşmek | |||||
The Britain was the ally on World War I . (İngiltere I. Dünya Savaşı’nda müttefik ülkeydi.) | |||||
101) almost; (zarf) | |||||
neredeyse, az kalsın, yaklaşık olarak | |||||
The cat was almost catching the mouse. (Kedi neredeyse fareyi yakalıyordu.) | |||||
102) alone; (sıfat, zarf) | |||||
s.; yalnız, tek, kimsesiz zf.; sadece, yalnızca, tek başına | |||||
My parents are going out , I will be alone at home. (Annem ve babam dışarı çıkıyor, bugun evde yalnız olacağım.) | |||||
103) along; (zarf) | |||||
boyunca, süresince, baştan sona, kıyısında(yol, nehir vs.) | |||||
We walked along the river. (Nehir kıyısında yürüdük.) | |||||
104) already; (zarf) | |||||
zaten, çoktan, evvelce, halihazırda | |||||
She’s already late. (zaten geç kaldı.) | |||||
105) also; (zarf) | |||||
ayrıca, hem de , aynı zamanda | |||||
She also takes dance lessons . (Aynı zamanda dans dersleri de alıyor.) | |||||
106) alter; (fiil) | |||||
değiştirmek, evirmek, başkalaşmak | |||||
She altered so much, I cant recognize her anymore. (Çok değişti, artık onu tanıyamıyorum) | |||||
107) alternative; (isim, sıfat) | |||||
i.; alternatif, seçenek f.; diğer, alternatif, başka | |||||
There is always an alternative if you think carefully. (Dikkatlice düşünürsen her zaman bir alternatif vardır.) | |||||
108) although; (bağlaç) | |||||
e rağmen, karşın, -diği halde, olmasına rağmen | |||||
Although it was raining, the weather was warm. (Yağmur yağmasına rağmen hava ılıktı.) | |||||
109) always ; (zarf) | |||||
her zaman, daima | |||||
She always listens her mother’s advices. (Her zaman annesinin tavsiyelerini dinler.) | |||||
110) AM (fiil, isim) | |||||
f.; olmak i.; öğleden önce | |||||
It was 10 a.m. When I woke up. (Uyandığımda saat öğleden önce 10’du. | |||||
111) amazing; (isim, sıfat) | |||||
i.; şaşırtma s.; inanılmaz, şaşırtıcı, hayrete düşüren | |||||
The dance show was amazing. (Dans gösterisi inanılmazdı.) | |||||
112) American; (sıfat, isim) | |||||
s.; amerikan i.; amerikalı | |||||
Her second husband was an American. (İkinci kocası Amerikalıydı.) | |||||
113) among; (edat) | |||||
arasında, ikiden fazla şey arasında | |||||
I found this picture among his things. (Bu resmi eşyalarının arasında buldum.) | |||||
114) amount; (isim, fiil) | |||||
i.; miktar, meblağ, tutar f.; toplama ulaşmak | |||||
We’ve had an enormous amount of money from this job. (Bu işten büyük miktarda para kazandık.) | |||||
115) analysis; (isim) | |||||
analiz, çözümleme, irdeleme, tahlil | |||||
The urine samples are sent to the laboratory for analysis. (İdrar örnekleri tahlil için laboratuara gönderilir.) | |||||
116) analyst; (isim) | |||||
analiz uzmanı, analist, çözümlemeci | |||||
Food analysts are working on a new project. (Gıda analiz uzmanları yeni bir proje üzerinde çalışıyor.) | |||||
117) analyze; (fiil) | |||||
analiz etmek, çözümlemek, tahlil etmek | |||||
The students analyzed a poem in literature class. (Öğrenciler edebiyat dersinde şiir çözümlemesi yaptılar. | |||||
118) ancient; (sıfat) | |||||
eskiden kalma, antik,eski | |||||
The movied was about the people who lived in ancient Greece. ( Film antik Yunanistan’da yaşayan insanlar hakkındaydı.) | |||||
119) and; (bağlaç) | |||||
ve, ile | |||||
Can he read and write in German? (Almanca okuyabiliyor ve yazabiliyor mu?) | |||||
120) anger; (isim, fiil) | |||||
i.; öfke, hiddet, kızgınlık f.; öfkelendirmek, hiddetlendirmek | |||||
His anger was terrifying. ( Öfkesi korkutucuydu.) | |||||
121) angle; (isim, fiil) | |||||
i.; açı, bakış açısı f.; çarpıtmak, saptırmak | |||||
You should think about this issue from different angles. (Bu konuyu farklı bakış açılarından düşünmelisin.) | |||||
122) angry; (sıfat) | |||||
kızgın, hiddetli, öfkeli | |||||
I was angry with you for making such stupid mistakes. (Böylesine aptal hatalar yaptığın için sana kızdım.) | |||||
123) animal; (isim, sıfat) | |||||
i.; hayvan s.; hayvani, hayvanca | |||||
This product has not been tested on animals. (Bu ürün hayvanlar üzerinde test edilmemiştir) | |||||
124) anniversary; (isim) | |||||
yıldönümü | |||||
Our grandparents are celebrating their 50th. Wedding anniversary. (Büyükanne ve büyükbabamız 50. evlilik yıldönümlerini kutluyor. | |||||
125) announce; (fiil) | |||||
duyurmak,tebliğ etmek, ilan etmek, anons yapmak | |||||
The government announced the new economic plan. (Hükümet yeni ekonomik planı duyurdu.) | |||||
126) annual; (isim, sıfat) | |||||
i.; yılda bir kez gerçekleşen etkinlik s.; yıllık, her yıl, senelik | |||||
The annual growth rate is 6% in agriculture. (Tarımdaki yıllık büyüme oranı %6.) | |||||
127) another; (zamir, sıfat) | |||||
zm.; başka, başkası s.; farklı, öbür | |||||
I need another pen, it doesn’t write. (Başka bir tükenmez kalem gerek, bu yazmıyor.) | |||||
128) answer; (isim, fiil) | |||||
i.; cevap, yanıt, çözüm f.; yanıtlamak, cevap vermek , cevaplamak | |||||
Please answer these questions in ten minutes. (Lütfen soruları on dakika içinde cevaplayınız.) | |||||
129) anticipate; (fiil) | |||||
merakla beklemek, ummak, sezmek | |||||
We anticipate that the sales will rise. (Satışların artacağını umuyoruz.) | |||||
130) anxiety; (isim) | |||||
kaygı, tasa , endişe , anksiyete | |||||
You should share your anxieties with your doctor. (Endişelerini doktorunla paylaşmalısın.) | |||||
131) any; (sıfat, zarf, zamir) | |||||
s.; her, bazı, hiçbir zf.; biraz ,hiç zm.; herhangi bir | |||||
Are there any problems? (Herhangi bir sorun var mı?) | |||||
132) anybody; (isim, zamir) | |||||
i.; herhangi biri zm.; kimse, birisi, hiç kimse | |||||
Is there anybody who can help us? (Bize yardımcı olabilecek kimse var mı?) | |||||
133) anymore; (zarf) | |||||
artık, bundan böyle, daha fazla | |||||
I don’t drink coke anymore. (Artık kola içmiyorum.) | |||||
134) anyone; (zamir) | |||||
herhangi biri, birisi, herkes, hiç kimse | |||||
The question is so simple that anyone can solve it. (Soru o kadar kolay ki herkes çözebilir.) | |||||
135) anything; (zamir) | |||||
hiçbir şey, hiçbiri, hiçbir , her şey | |||||
I am so hungry, I can eat anything.( Çok açım, her şeyi yiyebilirim.) | |||||
136)anyway; zarf | |||||
neyse, nasıl olsa, zaten | |||||
Anyway, let’s change the topic. (Neyse, konuyu değiştirelim.) | |||||
137) anywhere; (zamir, zarf) | |||||
zm.; bir yer zf.; herhangi bir yer, her yer | |||||
I have never been anywhere outside Turkey. (Türkiye dışında herhangi bir yerde hiç bulunmadım.) | |||||
138) apart; (zarf, sıfat) | |||||
zf.; ayrı olarak, ayrı bir yere, bir tarafa s.; ayrı | |||||
I am living apart from my family now. (şuan ailemden ayrı yaşıyorum.) | |||||
139) apartment; (isim) | |||||
apartman dairesi, daire, oda | |||||
She lives in an apartment in New York. (New York’ta bir apartmanda yaşıyor.) | |||||
140) apparent; (sıfat) | |||||
belirgin, bariz, belli , göze çarpan | |||||
It was apparent that she was really upset. (Gerçekten üzgün olduğu belliydi.) | |||||
141) apparently; (zarf) | |||||
görünürde, anlaşılan , görünüşe bakılırsa | |||||
I thought you lost the keys , but apparently you did not. (Anahtarları kaybettiğini düşünmüştüm ancak görünüşe bakılırsa kaybetmemişsin.) | |||||
142) appeal; (fiil, isim) | |||||
f.; başvurmak, cazip gelmek, temyiz etmek i.; başvuru, temyiz, cazibe | |||||
The interior design of the house appealed me. (Evin iç dizaynı bana cazip geldi.) | |||||
143) appear; (fiil) | |||||
gözükmek, belirmek, belli olmak | |||||
It appears to be an amazing story. (Etkileyici bir hikaye gibi gözüküyor.) | |||||
144) appearance; (isim) | |||||
görünme, görünüş, görünüm | |||||
She didn’t like her appearance when she was a teenager. (Ergenlik döneminde görünüşünü hiç beğenmezdi.) | |||||
145) apple; (isim) | |||||
elma | |||||
I will pick some apple. (Biraz elma toplayacağım.) | |||||
146) application; (isim) | |||||
başvuru, uygulama, müracaat | |||||
Your application is accepted. (Başvurunuz kabul edildi.) | |||||
147) apply; (fiil) | |||||
başvurmak, uygulamak, müracaatta bulunmak | |||||
If you apply for this job, you must fill up the form. (Eğer bu işe başvurmak istiyorsanız formu doldurmalısınız.) | |||||
148) appoint; (fiil) | |||||
atamak, tayin etmek, görevlendirmek , belirlemek | |||||
They have appointed a new teacher. (Yeni bir öğretmen atadılar.) | |||||
149) appointment; (isim) | |||||
atama, tayin, görev, randevu | |||||
I have a dentist appointment tomorrow. (Yarın dişçi randevum var.) | |||||
150) appreciate; (fiil) | |||||
takdir etmek, beğenmek, değerini artırmak , kıymet bilmek | |||||
I appreciate your effort. (Çabanı takdir ediyorum.) | |||||
151) approach; (fiil, isim) | |||||
f.; yaklaşmak, ulaşmak i.; yaklaşım | |||||
As you approached to the west, you’ll see the sea. (Batıya yaklaştıkça denizi göreceksin.) | |||||
152)appropriate; (sıfat) | |||||
s.; uygun, yerinde, münasip | |||||
These jeans are not appropriate for work. (Bu pantolonlar iş için uygun değil.) | |||||
153) approval; (isim) | |||||
onay, tasdik, tasvip, uygun bulma | |||||
I can’t say anything without my parent’s approval. (Anne babamın onayı olmadan bir şey söyleyemem.) | |||||
154) approve; (fiil) | |||||
onaylamak, tasvip etmek, uygun bulmak | |||||
She doesn’t approve my univercity choice. (Üniversite seçimimi uygun bulmuyor.) | |||||
155) approximately; (zarf) | |||||
yaklaşık olarak , aşağı yukarı | |||||
The journey took approximately five hours. (Yolculuk yaklaşık beş saat sürecek.) | |||||
156) Arab; (isim) | |||||
arap, arabistanlı | |||||
She had an Arab friend in Egypt. (Mısır’da arap arkadaş edindi.) | |||||
157) architect; (isim, fiil) | |||||
i.; mimar f.; tasarlamak | |||||
He worked as an architect for long years. (Uzun yıllar mimar olarak çalıştı.) | |||||
158) area; (isim) | |||||
bölge, alan ,arazi | |||||
Don’t go away from this area. (Bu bölgeden uzağa gitme.) | |||||
159) argue; (fiil) | |||||
tartışmak, itiraz etmek, çekişmek | |||||
We’re always arguing with each other about some issues. (Bazı konular hakkında sürekli birbirimizle tartışıyoruz. ) | |||||
160) argument; (isim) | |||||
tartışma, iddia, kanıt | |||||
I don’t want argument anymore. (Artık tartışma istemiyorum.) | |||||
161) arise; (fiil) | |||||
ortaya çıkmak, kaynaklanmak,yükselmek | |||||
New crisis have arisen. (Yeni sorunlar ortaya çıktı.) | |||||
162) arm; (isim, fiil) | |||||
i.; kol , güç, cephane f.; silahlandırmak , destek olmak | |||||
She broke her arm in an accident. (Kazada kolunu kırdı.) | |||||
163) armed; (sıfat) | |||||
kollu, ateşli, silahlı | |||||
The robber was armed. (Soyguncu silahlıydı.) | |||||
164) army; (isim) | |||||
ordu, asker, topluluk | |||||
He wants to go into army, after finishing the school.( Okulu bitirdikten sonra orduya katılmak istiyor.) | |||||
165) around; (zarf, edat) | |||||
zf.; etrafta, çevrede , aşağı yukarı ed.; sularında, civarında | |||||
There was no one around. (Etrafta kimse yok.) | |||||
166) arrange; (fiil) | |||||
düzenlemek, ayarlamak, hazırlamak , sıralamak | |||||
Can you arrange an appoinment for Thursday? (Perşembeye randevu ayarlayabilir misin?) | |||||
167) arrangement; (isim) | |||||
düzenleme, ayarlama, tanzim , aranjman | |||||
There are new security arrangements. (Yeni güvenlik düzenlemeleri var.) | |||||
168) arrest; (fiil, isim) | |||||
f.; tutuklamak, yakalamak i.; yakalama, tutuklama, hapis | |||||
The thief was arrested three days after the robbery. (Hırsız, soygundan üç gün sonra yakalandı.) | |||||
169) arrival; (isim, sıfat) | |||||
i.; varma, geliş, varış, gelme s.; gelen | |||||
Her arrival made me happy. (Onun gelişi beni mutlu etti.) | |||||
170) arrive; (fiil) | |||||
ulaşmak, varmak, gelmek | |||||
The train arrived at the station on time. (Tren, istasyona zamanında vardı.) | |||||
171) art; (isim, sıfat) | |||||
i.; sanat, hüner, sanat eseri s.; sanatsal | |||||
Are you interested in modern arts? (Modern sanatlarla ilgileniyor musun?) | |||||
172) article; (isim) | |||||
makale, eşya, yazı, bent , madde , hukukta kanun maddesi | |||||
Have you read the article about the technological developments? (Teknolojik gelişmeler hakkındaki makaleyi okudun mu? | |||||
173) artist; (isim) | |||||
artist, sanatçı, ressam sanatkar | |||||
His favorite artist is Van Gogh. (En beğendiği ressam Van Gogh.) | |||||
174) artistic; (sıfat) | |||||
artistik, sanatsal | |||||
They made some artistic arrangements. (Bazı sanatsal düzenlemeler yaptılar.) | |||||
175) as; (zarf, edat,bağlaç) | |||||
zf.; olarak ed.; kadar, gibi , rağmen bağ.; olduğundan, -dıkça, -dığı için ,çünkü | |||||
I work as a general director at a firm. (Bir firmada genel müdür olarak çalışıyorum.9 | |||||
176) Asian; (isim, sıfat) | |||||
i.; asyalı, asya s.; asya ile ilgili ve ona ait | |||||
She likes listening Asian music. (Asya müziği dinlemeyi sever.) | |||||
177) aside; (zarf, sıfat) | |||||
zf.; bir kenara, bir tarafa s.; ayrı | |||||
He pulled the car aside. (Arabayı kenara çekti.) | |||||
178) ask; (fiil) | |||||
soru sormak, rica etmek, istemek | |||||
Ask me anything you want to know. (Bana ne bilmek istiyorsan sor.) | |||||
179) asleep; (sıfat, zarf) | |||||
s.; uyuyan zf.; uyurken, uykuda | |||||
I found him asleep in the class. (Onu sınıfta uyurken buldum.) | |||||
180) aspect; (isim) | |||||
görünüş, yön, tavır, açı , bakı | |||||
You see only one aspect of the problem. (Sorunun yalnızca tek tarafını görüyorsunuz.) | |||||
181) assault; (fiil, isim) | |||||
f.; saldırmak, hücum etmek, tecavüz etmek , taarruz etmek i.; saldırı, tecavüz, taarruz | |||||
The woman was sexually assaulted on the street. (Kadın caddede cinsel saldırıya uğradı.) | |||||
182) assert; (fiil) | |||||
iddia etmek, ileri sürmek, açıklamak, ortaya koymak | |||||
She continued to assert her innocence. (Masumiyetini iddia etmeyi sürdürdü.) | |||||
183) assess; (fiil) | |||||
değerini biçmek, belirlemek , para miktarını tayin etmek | |||||
It is difficult to assess the needs. (İhtiyaçları belirlemek zor.) | |||||
184) assessment; (isim) | |||||
değerlendirme, düşünce | |||||
The asessment of the situation must be objective. (Bu durumun değerlendirmesi nesnel olmalı.) | |||||
185) asset; (isim) | |||||
varlık, mülk, servet , en değerli şey. | |||||
In this job, attention is the asset . (Bu işte dikkat en değerli şeydir.) | |||||
186) assign; (fiil) | |||||
vermek, devretmek, tahsis etmek, saptamak, atamak, görev vermek | |||||
Our teacher assigned each of us a different task. (Öğretmenimiz her birimize farklı bir görev verdi.) | |||||
187) assignment; (isim) | |||||
göreve atama, görev , ödev , devretme | |||||
The assaignments will be handed on Tuesday. (Ödevler Salı günü teslim edilecek.) | |||||
188) assist; (fiil, isim) | |||||
f.; yardımcı olmak, asistanlık yapmak i.; yardım | |||||
Her daughter assists her in the kitchen. (Kızı mutfakta ona yardımcı olur.) | |||||
189) assistance; (isim) | |||||
yardım, destek | |||||
We’ll provide assistance for your education. (Eğitiminiz için destek sağlayacağız.) | |||||
190) assistant; (sıfat, isim) | |||||
s.; yardımcı i.; asistan, yardımcı eleman | |||||
She is working as an assistant at the university. (Üniversitede asistan olarak çalışıyor.) | |||||
191) associate; (fiil, isim) | |||||
f.; ilişkilendirmek, birleştirmek i.; iş ortağı, arkadaş | |||||
War is generally associated with guns and bombs. (Savaş genelde silah ve bomba ile ilişkilendirilir.) | |||||
192) association; (isim) | |||||
ortaklık, dernek, birlik, teşekkül | |||||
Do you have any association with them? (Onlarla bir ortaklığınız var mı?) | |||||
193) assume; (fiil) | |||||
farzetmek, varsaymak | |||||
I assume that he will be better soon. (Kısa zamanda daha iyi olacağını varsayıyorum.) | |||||
194) assumption; (isim) | |||||
farzetme, varsayım, tahmin | |||||
His assumptions were all wrong. (Bütün varsayımları yanlıştı.) | |||||
195) assure; (fiil) | |||||
garantilemek, temin etmek, güvence altına almak , sigortalamak | |||||
I can assure you, he will be successfull. (Sizi temin ederim ki başarılı olacak.) | |||||
196) at; (zarf, edat ) | |||||
zf.; üzere ed.;üzerinde, -de,-da | |||||
I met him at school. (Onunla okulda karşılaştım.) | |||||
197) athlete; (isim) | |||||
atlet, sporcu | |||||
He is an athlete, who has medals. (O, madalyaları olan bir atlet.) | |||||
198) athletic; (sıfat) | |||||
atletik, sportif, atletizmle ilgili | |||||
She was athletic boy. (Sportif bir oğlan çocuğuydu.) | |||||
199) atmosphere; (isim) | |||||
atmosfer, çevre , hava ,ortam | |||||
There was a friendly atmosphere at the party. (Partide arkadaş canlısı bir ortam vardı.) | |||||
200) attach; (fiil) | |||||
eklemek, iliştirmek, bitiştirmek | |||||
I attach a copy of the file. (Dosyanın bir kopyasını ekliyorum.) | |||||
201) attack; (isim, fiil) | |||||
i.; hücum, kriz, girişme , saldırı, taarruz f.; saldırmak, hücum etmek, atağa kalkmak | |||||
The enemy forces attacked with all the power. (Düşman kuvvetleri tüm gücüyle hücum etti.) | |||||
202) attempt; (isim, fiil) | |||||
i.; kalkışma, girişim, teşebbüs f.;girişimde bulunmak, teşebbüste bulunmak, girişmek | |||||
That was an unsuccessful attempt. (Başarısız bir girişimdi.) | |||||
203) attend; (fiil) | |||||
katılmak, devam etmek, hazır bulunmak | |||||
Are you planning to attend her wedding? (Onun düğününe katılmayı planlıyor musun) | |||||
204) attention; (isim) | |||||
dikkat, ilgi, itina, uyarı | |||||
The young man tried to attract the waitress’ attention. (Genç adam garson kızın ilgisini çekmeye çalıştı.) | |||||
205) attitude (isim) | |||||
tavır, tutum, davranış, hal | |||||
If you want to show respect, you should change your attitude. (Eğer saygı göstermek istiyorsan bu tavrını değiştirmelisin.) | |||||
206) attorney; (isim) | |||||
avukat, vekil, dava vekili | |||||
A new attorney was appointed for the case. (Dava için yeni bir avukat atandı.) | |||||
207) attract; (fiil) | |||||
kendine çekmek, cezbetmek | |||||
The movie has attracted thounds of people. (Film, binlerce insanın ilgisini çekti.) | |||||
208) attractive; (sıfat) | |||||
çekici, cazip , alımlı | |||||
I met a young and attractive girl at the party. (Partide genç ve alımlı bir kızla tanıştım.) | |||||
209) attribute; (fiil, isim) | |||||
f.; atfetmek ,bağlamak, yüklemek, yormak i.; yetki, nitelik, simge | |||||
My mother attributes her success to hard work. (Annem başarısını çok çalışmasına bağlıyor.) | |||||
210)audience; (isim) | |||||
izleyici, seyirci, okuyucu kitlesi | |||||
The audience enjoyed the theater and clapped for 5 minutes in the end. (Seyirci tiyatroyu beğendi ve sonunda beş dakika boyunca alkışladı) | |||||
211) author; (isim, fiil) | |||||
i.; yazar, eser sahibi f.; yazmak | |||||
The author’s aim was to emphasize poverty in his book. (Yazarın amacı kitabında yoksulluğa vurgu yapmaktı.) | |||||
212) authority; (isim) | |||||
yetki, nüfuz, otorite, hakimiyet | |||||
Only the manager has the authority to give the orders. (Yalnızca müdürün talimat verme yetkisi vardır.) | |||||
213) auto; (isim, sıfat) | |||||
i.; otomobil, araba s.; kendi kendine | |||||
The auto prices have been increased this year. (Bu yıl otomobil fiyatları arttı.) | |||||
214) available; (sıfat) | |||||
mevcut, elverişli, müsait, kullanışlı | |||||
The doctor is not available now, please come later. (Doktor şuan müsait değil, lütfen daha sonra gelin.) | |||||
215) average; (isim, sıfat) | |||||
i.; orta,ortalama s.;sıradan | |||||
The average income is quite low in African countries. (Afrika ülkelerinde ortlama gelir oldukça düşük.) | |||||
216) avoid; ( fiil) | |||||
önlemek ,sakınmak ,korunmak, uzak durmak | |||||
If you want to avoid sunburns, you shoul use suntan oil.( Eğer güneş yanıklarından korunmak istiyorsan güneş yağı kullanmalısın.) | |||||
217) award; (fiil, isim) | |||||
f.; ödül vermek i.;ödül , mükafat | |||||
He was nominated for the best musician award. (En iyi müzisyen ödülü için aday gösterildi.) | |||||
218) aware; (sıfat) | |||||
tetikte, farkında , bilinçli | |||||
You must be aware of the seriousness of the situation. (Durumun ciddiyetinin farkında olmalısın.) | |||||
219) awareness; (isim) | |||||
farkındalık, bilinçlilik | |||||
Early awareness of the cancer is very important. (Kanser konusunda erken farkındalık oldukça önemlidir.) | |||||
220) away; (sıfat, zarf) | |||||
s.; uzak, zf.; uzakta, | |||||
She live 100 m away from here. (Buradan 100 metre uzakta yaşıyor.) | |||||
221) awful; (sıfat) | |||||
berbat, çok kötü, korkunç | |||||
The service at the hotel was awful. (Oteldeki hizmet berbattı.) | |||||
222) baby; ( isim) | |||||
i.; bebek , hayvan yavrusu | |||||
The new married couple want to have a baby. (Yeni evli çift bebek sahibi olmak istiyor.) | |||||
223) back; (isim, fiil, sıfat, zarf) | |||||
i.; arka f.; arka çıkmak, geriye gitmek s.; arkasındaki, evvelki zf.; arkaya, geride, geçmişte | |||||
224) background; (isim) | |||||
geçmiş, fon, arka plan, özgeçmiş, sosyal çevre | |||||
Please talk about your background and your work experiences. (Lütfen geçmişiniz ve iş tecrübelerinizden bahsedin.) | |||||
225) bad; (isim, sıfat) | |||||
i.; kötülük, zarar, yıkım, şanssızlık s.; kötü, fena, berbat, nahoş | |||||
I thought it was a bad talk. (Bence kötü bir konuşmaydı.) | |||||
226) badly; (zarf) | |||||
berbat bir şekilde, fena halde, kötü | |||||
She was singing so badly.(Çok kötü şarkı söylüyordu.) | |||||
227) bag; (isim, fiil) | |||||
çanta, torba, kese, f.; çantaya koymak, torbaya atmak, çalmak, aşırmak | |||||
I bought her a pink bag for her birthday. (Doğum günü için ona pembe bir çanta aldım.) | |||||
228) bake; (isim, fiil) | |||||
i.; yemekli toplantı, karbonat f.; fırında pişirmek, pişmek, kavurmak | |||||
I will bake a cake for our guests. (Misafirlerimiz için kek pişiriceğim) | |||||
229) balance; (fiil, isim) | |||||
f.; dengelemek, dengede tutmak, tartmak, düşünmek , inip çıkmak i.; denge, uyum, denklik, bakiye,bilanço , terazi | |||||
Try to balance your social life and your work. ( Sosyal hayatını ve işini dengede tutmaya çalış.) | |||||
230) ball; (isim, fiil) | |||||
i.; top, küre, bilye , misket, yumak , top mermisi f.; top yapmak , yumak yapmak | |||||
The kids are playing ball outside. (Çocuklar dışarıda top oynuyor) | |||||
231) ban; (isim, fiil) | |||||
i.; yasak, aforoz f.; yasaklamak, boykot etmek, aforoz etmek | |||||
The doctor banned her smoking after she had a heart attack. (Kalp krizi geçirdikten sonra doktor ona sigara içmeyi yasakladı.) | |||||
232) band; (isim, fiil) | |||||
i.; bando, müzik grubu ,bant , orkestra, şerit f.; bantlamak , bağlamak | |||||
We bought ticket for the concert of the famous band.(Ünlü müzik grubunun konseri için bilet aldık.) | |||||
233) bank; (isim, fiil) | |||||
i.; banka, göl kıyısı, yaka, set f.; para yatırmak, set çekmek | |||||
I save my money in the bank account. (Paramı banka hesabımda biriktiriyorum.) | |||||
234) bar; (isim, fiil) | |||||
i.; bar, parmaklık, demir çubuk,baro f.; parmaklıkla çevirmek, önlemek | |||||
She was sitting at the bar, when I saw her. (Onu gördüğümde barda oturuyordu.) | |||||
235) barely; (zarf) | |||||
zar zor, anca | |||||
The mall was so crowded that I could barely bought something. (Alışveriş merkezi öyle kalabalıktı ki zar zor bir şeyler alabildim.) | |||||
236) barrel; (isim, fiil) | |||||
i.; fıçı, namlu f.; fıçılamak | |||||
We loaded the barrels on the ship. (Fıçıları gemiye yükledik.) | |||||
237) barrier; (isim) | |||||
bariyer, duvar, set | |||||
At the public meeting, people were standing behind the barriers. (Mitingde insanlar bariyerlerin arkasında duruyordu.) | |||||
238) base; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.;temellemek, dayandırmak i.; temel, esas, kaide,taban, kural s.; adi, aşağılık | |||||
Today’s concerns have a historical base. (Bugünkü sorunların tarihsel bir temeli var.) | |||||
239) baseball; isim | |||||
beyzbol , beyzbol topu | |||||
When he was studying in New York he was playing baseball. (New York’ta okurken beyzbol takımında oynuyordu.) | |||||
240) basic; (sıfat) | |||||
temel, esas, başlıca | |||||
We will start our first lesson with basic informations. (İlk dersimize temel bilgilerle başlayacağız.) | |||||
241) basically; ( zarf) | |||||
aslında, esasen, temelde | |||||
These two different approaches are basically very similar.( Bu iki farklı yaklaşım esasen çok benzer.) | |||||
242) basis; (isim) | |||||
kök, temel, taban, altyapı | |||||
The basis of a good relationship is mutual trust. (İyi bir ilişkinin temeli karşılıklı güvendir.) | |||||
243) basket; (isim, fiil) | |||||
i.; sepet, basketbol potası, küfe f.; sepetlemek | |||||
The basket is full of apples. (Sepet elmalarla dolu.) | |||||
244) basketball; (isim) | |||||
basketbol, basketbol topu | |||||
He was playing basketball in high school. | |||||
245) bathroom; (isim) | |||||
banyo, tuvalet | |||||
Can I use your bathroom? (Banyonuzu kullanabilir miyim?) | |||||
246) battery; (isim) | |||||
batarya, pil, akü | |||||
We need a battery for the car. (Araba için yeni bir akü lazım.) | |||||
247) battle; (isim, fiil) | |||||
i.; savaş, muharebe f.; savaşmak, mücadele etmek | |||||
Thousand of people were killed at the battle. (Savaşta binlerce insan öldürüldü.) | |||||
248) be; (fiil) | |||||
olmak, mevcut olmak | |||||
I wasn’t at school yesterday. (Dün okulda yoktum.) | |||||
249) beach; (isim, fiil) | |||||
i.; kumsal, sahil, plaj f.; karaya çekmek | |||||
Our summerhouse is very close to the beach. (Yazlık evimiz sahile çok yakın.) | |||||
250) bean; (isim) | |||||
fasulye,barbunya, tohum, tane,kahve vb çekirdeği, kafa | |||||
She is cooking beans for dinner. (Akşam yemeği için fasulye pişiriyor.) | |||||
252) bear; (fiil, isim) | |||||
tahammül etmek, dayanmak, katlanmak, taşımak | i.; ayı | ||||
She talks all the time, I can’t bear anymore. (Sürekli konuşuyor, artık katlanamıyorum.) | |||||
253) beat; (isim, fiil) | |||||
i.; ritim, vurma sesi, darbe, çarpma f.; yenmek, dövmek, atmak çarpmak, vurma | |||||
He beat me at the chess tournament. (Satranç turnuvasında beni yendi.) | |||||
254) beautiful; (sıfat) | |||||
güzel, zarif, hoş | |||||
My mom is the most beautiful woman on earth. (Annem dünyadaki en güzel kadın.) | |||||
255) beauty; (isim) | |||||
güzellik, güzel kişi , güzel şey | |||||
I don’t use the beauty products. (Güzellik malzemesi kullanmıyorum.) | |||||
256) because; (sıfat) | |||||
çünkü, nedeniyle , dolayı, -dığı için | |||||
I won’t meet him because I don’t like him. (Onunla görüşmeyeceğim çünkü ondan hoşlanmıyorum. | |||||
257) become; (fiil) | |||||
olmak, haline gelmek | |||||
She become a finance manager at a private bank .( Özel bir bankada finans müdürü oldu.) | |||||
258) bed; ,(isim, fiil) | |||||
i.; yatak, döşek, tarh f.; yatırmak, yatak yapmak | |||||
This bed is very comfortable. I will buy this. (Bu yatak çok rahat. Bunu alacağım.) | |||||
259) bedroom; (isim) | |||||
yatak odası | |||||
The bedroom of the house was very large. (Evin yatak odası oldukça büyüktü.) | |||||
260) beer; (isim) | |||||
bira | |||||
This city is famous for its beer. (Bu şehir birasıyla ünlüdür.) | |||||
261) before; (edat, zarf, bağlaç) | |||||
ed.; önünde, öncesinde zf.; önden, daha önce bağ.; -den önce | |||||
All arrangements were done before the ceremony. (Törenden önce bütün hazırlıklar yapıldı.) | |||||
262) begin;(fiil) | |||||
başlamak, girişmek, adım atmak | |||||
The tennis course begin this summer. (Tenis kursu bu yaz başlıyor.) | |||||
263) beginning; (isim, sıfat) | |||||
i.; başlangıç, başlama, milad s.; ilk, baş | |||||
We missed the beginning of the movie. (Filmin başlangıcını kaçırdık.) | |||||
264) behavior; (isim) | |||||
davranış, tavır, tutum | |||||
Her behavior towards me is less aggressive now. (Bana karşı tutumu şimdi daha az agresif) | |||||
265) behind; (sıfat, zarf, edat) | |||||
s.; gerisindeki, ardındaki zf.; arkadan, geride ed.; ardında, arkasında | |||||
The cat is standing just behind the window. (Kedi pencerenin hemen arkasında duruyor.) | |||||
266) being; (isim) | |||||
varoluş, yaratık, oluş,mahluk | |||||
I love him with my whole being. (Onu bütün varoluşumla seviyorum.) | |||||
267) belief; (isim) | |||||
inanç, güven, fikir, itimat | |||||
He avoids explaining his political blief. | |||||
268) believe; (fiil) | |||||
inanmak, güvenmek, iman etmek | |||||
I don’t believe his words. (Onun sözlerine inanmıyorum.) | |||||
269) bell; (isim) | |||||
çan, zil | |||||
You can start when you hear the bell ring. (Zil sesini duyduğunuzda başlayabilirsiniz.) | |||||
270) belong; (fiil) | |||||
ait olmak , ilgili olmak | |||||
I can’t live here, I don’t feel I am belong here. (Burada yaşayamam, buraya ait olduğumu hissetmiyorum. | |||||
271) below; (sıfat, zarf edat) | |||||
s.; alt, aşağıdaki zf.; aşağıya, aşağıda ed.; aşağısında, aşağı, alt katta | |||||
Please do not write below the sign. (Lütfen işaretin altına yazı yazmayın.) | |||||
272) belt; (isim, fiil) | |||||
i.; kemer, kuşak , şerit f.;kemer bağlamak , şiddetle vurmak | |||||
Tie the belt when you driving. (Araba kullanırken kemerini bağla.) | |||||
273) bench; (isim) | |||||
bank, oturma sırası , kürsü , yargıç kürsüsü | |||||
The benches in the park were all broken. (Parktaki bütün banklar kırıktı.) | |||||
274) bend; (fiil, isim) | |||||
eğilmek, boyun eğmek, bükülmek, kıvrılmak i.; eğilme,bükülme,kıvrılma, dönemeç | |||||
He bent his head and whispered something to her. (Kafasını eğdi ve ona bir şeyler fısıldadı.) | |||||
275) beneath; (edat, zarf) | |||||
ed.; altında zf.; aşağıya , allta , altına | |||||
We live beneath the same roof. (Aynı çatı altında yaşıyoruz.) | |||||
276) benefit; (fiil, isim) | |||||
f.; faydası olmak, yarar sağlamak i.; yarar, kazanç, iyilik, menfaat,fayda, çıkar | |||||
I have had the benefit of this job. (Bu işin faydasını gördüm.) | |||||
277) beside; (edat, zarf) | |||||
ed.; yanında, dışında, nazaran zf.; üstelik | |||||
My painting looks amateur beside yours. (Beni resmim seninkinin yanında amatör duruyor.) | |||||
278) besides; (edat , zarf) | |||||
ed.; dışında, -den başka zf.; bunun yanı sıra, ayrıca, bir de | |||||
Besides working as a teacher at school , he also gives private lessons. (Okulda öğretmen olmasının yanı sıra özel ders de veriyor.) | |||||
279) best; (sıfat,isim, fiil) | |||||
s.; en iyi , en uygun i.; en iyisi f.; alt etmek, hakkından gelmek | |||||
I am trying to do my best. (Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum.) | |||||
280) bet; (isim, fiil) | |||||
i.; iddia , bahis f.; iddiaya girmek , bahis yapmak | |||||
He bet me ten dollars that the blue team won the match. (Mavi takımın maçı kazanacağına dair benimle on dolarına iddiaya girdi.) | |||||
281) better; (isim, sıfat, fiil, zarf) | |||||
i.; daha iyisi s.; daha iyi , -den daha iyi f.; iyileştirmek iyileşmek zf.; daha iyi bir şekilde | |||||
You look sick, you should better go home. (Hasta görünüyorsun, eve gitsen daha iyi olur.) | |||||
282) between; (edat, bağlaç) | |||||
ed.; arasında , ortasında bağ.; ila | |||||
Moldova lies between Romania and Ukraine. (Moldova, Romanya ile Ukrayna arasında bulunuyor.) | |||||
283) beyond; (edat , isim ,zarf) | |||||
ed.; ötesinde i.; öte zf.; öteye, ayrıca | |||||
The see lies beyond the mountains. (Deniz, dağların ötesinde uzanıyor.) | |||||
284) Bible; (isim) | |||||
incil, kitab-ı muhakaddes | |||||
The priest spoke by making quotes from the Bible. (Rahip, İncil’den alıntılar yaparak konuştu) | |||||
285) big; (sıfat) | |||||
büyük, kocaman, iri | |||||
I saw a big fish under the lake. (Gölün altında kocaman bir balık gördüm.) | |||||
286) bike ; (fiil, isim) | |||||
f.; bisiklet sürmek , motosiklete binmek i.; bisiklet, motosiklet | |||||
It is our hobby to biking along the sea at weekends. (Haftasonları deniz kıyısında bisiklet sürmek hobimiz.) | |||||
287) bill; (isim, fiil) | |||||
i.; fatura , poliçe, kağıt para, ilan, gaga | f.; ilan etmek | ||||
Don’t forget to pay he electricity bill. (Elektrik faturasını ödemeyi unutma.) | |||||
288) billion; (isim) | |||||
milyar | |||||
She earned a billion dollar in 5 years. (beş yıl içerisinde bir milyar kazandı.) | |||||
289) bind; (fiil, isim) | |||||
f.; bağlamak , sargılamak , yasal olarak bağlamak i.; bağlayan şey | |||||
They bound his hand quickly. (Hızlıca ellerini bağladılar.) | |||||
290) biological; (sıfat) | |||||
biyolojik, yaşamsal | |||||
She was adopted when she was a baby, but then she learned her biological parents. (Bebekken evlatlık edinilmişti fakat sonradan biyolojik anne babasını öğrendi.) | |||||
291) bird; (isim) | |||||
kuş | |||||
It is a cute bird with blue color. (Mavi renkli sevimli bir kuş.) | |||||
292) birth; (isim) | |||||
doğum, doğurma, nesil | |||||
I was present at the birth of my nephew. (Yeğenimin doğumunda oradaydım.) | |||||
293) birthday; (isim) | |||||
doğum günü | |||||
We will celebrate my twentieth birthday tomorrow. (Yarın yirminci yaş günümü kutlayacağız.) | |||||
294) bit; (isim) | |||||
küçük parça , biraz , az miktar , bozuk para | |||||
Can I have a bit of cake? (Biraz kek alabilir miyim?) | |||||
295) bite; (isim, fiil) | |||||
i.; lokma ,ısırık, acı f.; ısırmak , dişlemek | |||||
Our neighbour’s dog bit my leg. (Komşumuzun köpeği bacağımı ısırdı.) | |||||
296) black; (sıfat, fiil) | |||||
s.; siyah , kara , karanlık, koyu , siyahi f.; kararmak , siyaha boyamak | |||||
She was wearing a black dress last night. (Dün gece siyah bir elbise giymişti.) | |||||
297) blade; (isim) | |||||
traş bıçağı, jilet, bıçak ağzı | |||||
This blade is sharp, be careful. (Bu bıçağın ağzı keskin, dikkatli ol.) | |||||
298) blame; (isim, fiil) | |||||
i.; suç, kabahat, kusur f.; suçlamak , ayıplamak , suçu birinin üzerine atmak | |||||
Stop blaming me all the time! (devamlı beni suçlamaktan vazgeç!) | |||||
299) blanket; (isim, fiil) | |||||
i.; battaniye, örtü, yorgan f.; battaniyeye sarmak , sarıp sarmalamak | |||||
It is very cold today, we need another blanket. (Bugün hava çok soğuk, bir battaniye daha lazım.) | |||||
300) blind; (isim, fiil, sıfat) | |||||
i.; jaluzi, stor, pusu f.; kör etmek, gözünü almak s.;kör, gözleri görmeyen | |||||
One of her brothers is blind frm birth. (Kardeşlerinden biri doğuştan kör.) | |||||
301) block; (isi, fiil) | |||||
i.; blok, kütük, kalıp ,tıkanıklık, taş/kaya parçası, engel f.; tıkamak, kalıplamak, engellemek, bloke etmek , önünü kesmek | |||||
He didn’t realize the concrete block and stubbed. (Beton bloğu fark etmedi ve ayağını çarptı.) | |||||
302) blood; (isim) | |||||
kan,soy , mizaç, huy | |||||
We need your blood sample for the test. (Test için kan örneğiniz gerekiyor.) | |||||
303) blow; (isim, fiil) | |||||
i.; vuruş,darbe,saldırı, rüzgar üflemesi, | f.; üflemek, esmek (rüzgar içn) , hava vermek, solumak | ||||
You are not blowing enough! (yeterince üflemiyorsun.) | |||||
304) blue; (sıfat, fiil) | |||||
s.; mavi, keyifsiz, morali bozuk f.; maviye boyamak | |||||
My favorite colour is blue. (En sevdiğim renk mavidir.) | |||||
305) board; (isim, fiil) | |||||
i.; tahta, levha, pano,heyet f.; gemiye, vapura, uçağa vb binmek , yolcu almak, | |||||
The results are on the board. (Sonuçlar panoda asılı.) | |||||
306) boat; (isim, fiil) | |||||
i.; tekne, bot, vapur, kayık ,sandal f.; kayıkla taşımak , sandalla gezmek | |||||
He bought an expensive boat for sailing. (Denize açılmak için pahalı bir tekne aldı.) | |||||
307) body; (isim) | |||||
vücut, beden, gövde, ceset | |||||
There are too many tattooes on his body. (Vücudunda çok sayıda dövme var.) | |||||
308) bomb; (isim, fiil) | |||||
i.; bomba , başarısızlık f.; bomba patlatmak, başarısızlığa uğramak | |||||
Hundreds of bombs were dropped on the city during the war. (Savaş sırasında şehre yüzlerce bomba atıldı.) | |||||
309) bombing; (isim) | |||||
bombalı saldırı, bombalama eylemi | |||||
The bombing attempt has failed. (Bombalı saldırı girişimi başarısız oldu.) | |||||
310) bond; (isim, fiil9 | |||||
i.; bağ, ilişki, sözleşme f.; bağlamak, birleştirmek , kefil olmak | |||||
There is a special bond between mother and child. (Anne ve çocuk arasında özel bir bağ vardır. ) | |||||
311) bone; (isim, fiil) | |||||
i.; kemik, kılçık, f.;kılçıklarını ayıklamak , kemiklerini ayırmak | |||||
This fish has a lot of bones in it. (Bu balık çok kılçıklı.) | |||||
312) book; (isim, fiil) | |||||
i.; kitap, senaryo, deste, cilt, kayıt defteri f.; yer ayırtmak, rezerve ettirmek, adını listeye yazdırmak, kaydettirmek , sanığı kayda geçirmek, deftere geçirmek | |||||
I forgot my book under the desk (Kitabımı sıranın altında unuttum.) | |||||
313) boom; (isim, fiil) | |||||
i.; gümbürtü,patlama (satışlarda vs.), gürleme, uğuldama, fiyatlarda ani yükselme, hızı ekonomik gelişme, piyasada canlılık f.; gümbürdemek, uğuldamak, birden artmak , hızla gelişmek /ilerlerlemek (kent/kurum/ekonomi vb.) | |||||
Since 2010 there is a boom in house sales. (2010’dan bu yana ev satışlarında patlama var.) | |||||
314) boot; (isim, fiil) | |||||
i.; bot, çizme, çarık, otomobil koltuk kılıfı, bagaj f.; çizme giydirmek , tekmelemek | |||||
I liked your red boots. (Kırmızı çizmelerini çok beğendim.) | |||||
315) border; (isim, fiil) | |||||
i.; sınır, hudut , kenar , kıyı, uzun çiçek tarhı f.; sınırlamak, etrafını çevirmek | |||||
The refugees staying in the camps on the border. (Mülteciler sınırdaki kamplarda kalıyor.) | |||||
316) born; (sıfat) | |||||
doğmuş, doğan, doğuştan, doğumlu | |||||
She was born in a rich family. (Zengin bir ailede doğmuş.) | |||||
317) borrow; (fiil) | |||||
ödünç almak, borç almak | |||||
Can I borrow your white coat for tomorrow? (Beyaz ceketini yarın için ödünç alabilir miyim?) | |||||
318) boss; (isim, fiil) | |||||
i.; patron, işveren, şef , amir f.;yönetmek, kontrol etmek, patronluk yapmak, | |||||
Do your job properly or the boss will fire you. (İşini düzgün yap yoksa patron seni kovacak.) | |||||
319) both; (sıfat) | |||||
her ikisi , ikisi de | |||||
I love both of you. (Her ikinizi de seviyorum.) | |||||
320) bother; (isim, fiil) | |||||
i.; zahmet, sıkıntı, f.;zahmet etmek,sinir bozmak, sıkıntı vermek | |||||
Please don’t bother, I won’t stay long. (Lütfen zahmet etme, uzun süre kalmayacağım.) | |||||
321) bottle; (isim, fiil) | |||||
i.; şişe, biberon , emzik f.; şişelemek , şişelere doldurmak | |||||
Fill these bottles with water. (Bu şişelere su doldur.) | |||||
322) bottom; (isim, fiil , sıfat) | |||||
i.; dip, derinlik, alt,nehir/göl yatağı, kaynak, temel, en alt kademe, f.; dip koymak, temeline inmek s.; dipteki, aşağıdaki | |||||
Footnotes are given at the bottom of the page. (Dipnotlar sayfanın en altında verilir.) | |||||
323) boundary; (isim) | |||||
sınır, hudut, limit | |||||
The army is charged with defending national boundaries. (Ordu, ulusal sınırları korumakla görevlidir.) | |||||
324) bowl; (isim, fiil) | |||||
kase, çukur kap, tas, çanak, oyuk, f.; topu yuvarlamak, bovling oynamak,çukurlaştırmak | |||||
Put the ingredients in a bowl. (Malzemeleri bir çukur kabın içerisine koyun.) | |||||
325) box; (isim, fiil) | |||||
i; kutu, sandık, loca, boks , kompartıman f.; boks yapmak, kutuya koymak, dövüşmek | |||||
She keeps her private things in a little red box. (Özel eşyalarını kırmızı küçük bir kutuda saklar.) | |||||
326) boy; (isim) | |||||
erkek çocuk, delikanlı, oğul | |||||
No one knows this little boy. (Kimse bu küçük çocuğu tanımıyor.) | |||||
327) boyfriend; (isim) | |||||
erkek arkadaş, sevgili | |||||
She will meet her boyfriend with her family. (Erkek arkadaşını ailesi ile tanıştıracak.) | |||||
328) brain; (isim, fiil) | |||||
i.; beyin, zihin, zeki kişi f.; kafasını patlatmak | |||||
His brain was injured in the car accident. (Geçirdiği araba kazasında beyni zedelendi.) | |||||
329) branch; (isim, fiil) | |||||
i.; dal,ağaç dalı, bölüm, branş,şube(banka) sınıf f.; dallara ayrılmak, bölmek | |||||
The bank has branches abroad. (Bankanın yurtdışında şubeleri var.) | |||||
330) brand; (isim, fiil) | |||||
i.; marka, damga , sembol f.; damgalamak, markalamak | |||||
We will create our own brand. (Kendi markamızı yaratacağız.) | |||||
331) bread; (isim) | |||||
ekmek | |||||
Can you pass me the bread? (Ekmeği uzatabilir misin?) | |||||
332) break; (isim, fiil) | |||||
i.; mola, paydos, ara verme f.; kırmak, parçalamak,bozmak, batırmak , iflas etmek | |||||
You won’t have a break until you finish your homework. . (Ödevlerinizi bitirene kadar mola vermeyeceksiniz.) | |||||
333) breakfast; (isim, fiil) | |||||
i.; kahvaltı f.; kahvaltı etmek | |||||
Breakfast is the most important meal. (Kahvaltı en önemli öğündür.) | |||||
334) breast; (isim, fiil) | |||||
i.; göğüs , meme, bağır f.; göğüs germek | |||||
Her mother has a breast cancer. (Annesi meme kanseri.) | |||||
335) breath; (isim) | |||||
nefes, soluk | |||||
Hold your breath for ten seconds. (Nefesini on saniye tut.) | |||||
336) breathe; (fiil) | |||||
solumak, nefes almak | |||||
Now, breathe slowly. (Şimdi yavaşça nefes al.) | |||||
337) brick; (isim, fiil) | |||||
i.; tuğla , fç; tuğla döşemek | |||||
The house is built of brick. (Ev tuğladan inşa edilmiş.) | |||||
338) bridge; (isim, fiil) | |||||
i.; köprü, burun kemiği, briç oyunu f.; köpü kurmak, birleştirmek | |||||
Translation is a bridge between cultures. (Çeviri, kültürler arasında bir köprüdür.) | |||||
339) brief; (isim, sıfat , fiil) | |||||
i.; belge, evrak s.; kısa, öz f.; bilgilendirmek, özetlemek | |||||
Make a brief statement about your asignmnet. (Ödeviniz hakkıda kısa bir açıklama yapınız.) | |||||
340) briefly; (zarf) | |||||
kısaca | |||||
I don’t have much time, but I will tell you briefly. (Çok fazla vaktim yok ancak sana kısaca anlatacağım.) | |||||
341) bright; (sıfat) | |||||
parlak, canlı, aydınlık, saydam, şefff, gösterişli, akıllıca | |||||
I like bright colours. (Canlı renkleri severim.) | |||||
342) brilliant; (sıfat) | |||||
çok parlak, göz alıcı, çok zeki, parlak zekalı | |||||
He was a brilliant student. (Çok zeki bir öğrenciydi.) | |||||
343) bring; (fiil) | |||||
getirmek, kazandırmak,doğurmak, sebep olmak | |||||
Don’t forget to bring your books with you. (Kitaplarını getirmeyi unutma.) | |||||
344) British; (isim, sıfat) | |||||
i.; ingiliz s.; britanyalı, britanya ile ilgili ve oraya ait | |||||
India was one of the British colonies. (Hindistan, İngiliz sömürgelerinden biriydi.) | |||||
345) broad; (sıfat) | |||||
geniş,enli,engin, yaygın, etraflı, çok ayrıntılı , kaba, açık | |||||
The boat is 3 metres broad and 5 metres high. (Tekne 3 metre genişliğinde ve 5 metre yüksekliğinde.) | |||||
346) broken; (sıfat) | |||||
kırık, bozulmuş, arızalı , çökmüş | |||||
He started to cry when he saw his broken toy.(Kırık oyuncağını gördüğünde ağlamaya başladı.) | |||||
347) brother; (isim) | |||||
erkek kardeş, birader, abi, dost | |||||
She never get along with her brother. (Erkek kardeşiyle asla iyi geçinmez.) | |||||
348) brown; (sıfat , fiil) | |||||
s.; kahverengi, esmer , kumral saç , yanmış f.; esmerleşmek , kahverengileşmek | |||||
He was a handsome boy with brown hair and green eyes. (Kahverengi saçlı yeşil gözlü yakışıklı bir gençti.) | |||||
349) brush; (isim, fiil) | |||||
i.; fırça, çalılık f.; fırçalamak | |||||
Brush your shoes before you go out. (Dışarı çıkmadan önce ayakkabılarını fırçala.) | |||||
350) buck;( isim, sıfat,fiil) | |||||
i.; bazı havyanların erkeği , erkek geyik/tavşan , erkek kızılderili, dolar s.; züppe f.; sıçramak, karşı gelmek, engelleri aşmak | |||||
They cost twenty bucks. (Yirmi dolara mal oldu.) | |||||
351) budget; (isim, fiil) | |||||
i.; bütçe f.;bütçelemek | |||||
TheMinistry will review the budget regulation again. (Bakanlık bütçe düzenlemesini yeniden gözden geçirecek.) | |||||
352) build; (fiil, isim) | |||||
f.; inşa etmek, bina yapmak, kurmak , oluşturmak i.; vücut yapısı, bünye | |||||
They have promised to build 300 new houses for poor families. (Düşük gelirli aileler için 300 tane yeni ev inşa edeceklerini vaat ettiler.) | |||||
353) building; (isim) | |||||
bina, inşaat, inşa, apartman , yapı | |||||
The old lady lives in an old building. (Yaşlı kadın eski bir binada yaşıyor.) | |||||
354) bullet; (isim) | |||||
mermi, kurşun | |||||
He was killed by a bullet in the heart. (Kalbinden bir kurşun ile öldürüldü.) | |||||
355) bunch; (isim, fiil) | |||||
i.; demet,deste, salkım , takım f.; toplamak, demet yapmak | |||||
I picked a bunch of flowers for my mother. (Annem için bir demet çiçek topladım) | |||||
356) burden; (isim, fiil) | |||||
i.; ağır yük, ağırlık, sıkıntı f.; yüklenmek, sıkıntı vermek, yük taşımak | |||||
He doesn’t want to be a burden to his children when he is old. (Yaşlandığında çocuklarına yük olmak istemiyor.) | |||||
357) burn; (fiil, isim) | |||||
yanmak, alevlenmek, yakmak, ateşe vermek, kızdırmak i.; yanmış yer | |||||
The house was still burning when I arrived. (ben vardığımda ev hala yanıyordu.) | |||||
358) bury; (fiil) | |||||
gömmek, defnetmek, toprağa vermek , saklamak, örtmek | |||||
They buried him with her necklace. (Onu gerdanlığı ile gömdüler.) | |||||
359) bus; (isim, fiil) | |||||
i.; otobüs, taşıt f.; otobüsle taşımak | |||||
Hurry up! You will miss the bus. (Acele et! Otobüsü kaçıracaksın.) | |||||
360) business; (isim) | |||||
iş, işletme, firma, kurum,iş yeri, görev,vazife | |||||
She works in the marketing business. (Pazarlama işinde çalışıyor.) | |||||
361) busy; (sıfat) | |||||
yoğun, meşgul, faal, işlek | |||||
I am too busy now, please call me later. (Şuan çok meşgulüm lütfen daha sonra ara.) | |||||
362) but; (bağlaç, zarf, edat) | |||||
bağ.; ama , fakat, ancak , halbuki zf.; yalnızca , meğer ed.;-den başka | |||||
I don’t want to offend you but I don’like your hair. (seni kırmak istemem ama saçlarını beğenmedim.) | |||||
363) butter; (isim, fiil) | |||||
i.; tereyağı, margarin f.; yağ sürmek | |||||
Add some butter , if you like. (Eğer seviyorsanız biraz tereyağı ekleyin.) | |||||
364) button; (isim, fiil) | |||||
i.; düğme, buton, tuş f.; düğmelemek | |||||
Press the button to answer the question. (Soruyu cevaplamak için butona basın.) | |||||
365) buy; (isim, fiil) | |||||
i.; satın alma,alış, kazanç f.; satın almak , almak | |||||
We are planning to buy a house for our children. (Çocuklarımız için bir ev almayı planlıyoruz.) | |||||
366) buyer; (isim) | |||||
satın alan kişi, müşteri, alıcı | |||||
Have you found a buyer for your car? (Araban için bir alıcı buldun mu?) | |||||
367) by; (edat, zarf) | |||||
ed.; yanında, yakınında, kıyısında, yolu ile, vasıtasıyla, …esnasında, -den önce , -e göre, …’e kalırsa, gereğince, tarafından , eşliğinde , boyunca zf.; -e bakarak, geçip , öteye, uzağa | |||||
The telephone is by the televison. (Telefon televizyonun yanında.) | |||||
C | |||||
368) cabin; (isim, fiil) | |||||
i.; kabin , kulübe, kamara , pilot kabini f.; kabin veya kamarada taşımak | |||||
He built a cabin near the sea. (Denizin yakınında bir kulübe inşa etti.) | |||||
369) cabinet; (isim) | |||||
kabine, bakanlar kurulu ,kabin, çekmeceli dolap , raflı dolap, küçük özel oda | |||||
The cabinet minister hasn’t decided the meeting date yet. (Kabine bakanı toplantı gününe henüz karar vermedi.) | |||||
370) cable; (isim, fiil) | |||||
i.; kablo, telgraf hattı, telgraf, tel f.; telgraf çekmek, tel çekmek, kablo döşemek | |||||
The electricity is recieved through the cable. (Elektrik kablodan alınır.) | |||||
371) cake; (isim, fiil) | |||||
i.; kek, pasta, yaş pasta f.; kalıplaşmak, katılaşmak | |||||
I loved my birthday cake! (Doğum günü pastama bayıdım.!) | |||||
372) calculate; (fiil) | |||||
hesaplamak, hesap etmek, tahmin etmek, zannetmek, planlamak, tasarlamak | |||||
You will need to calculate how much time this works will take. (Bu işin ne kadar zaman alacağını hesaplaman gerekecek.) | |||||
373) call; (fiil, isim) | |||||
f.; aramak, çağırmak, isimlendirmek , seslenmek , ilan etmek, davet etmek, telefonla aramak i.; çağrı, çağırma , telefonda konuşma, karar, celp | |||||
Call the ambulance in case of an emergency. (Acil durumda ambulansı arayın.) | |||||
374) camera; (isim) | |||||
kamera, fotoğraf makinesi | |||||
All photos are in my camera. (Bütün fotoğraflar kameramda.) | |||||
375) camp; (isim, fiil) | |||||
i.; kamp, kamp sahası, ordugah, karargah f.; kamp yapmak, kamp kurmaka | |||||
I will go to a summer camp with my friends. (Arkadaşlarımla yaz kampına gideceğim.) | |||||
376) campaign; (isim, fiil) | |||||
i.; kampanya, mücadele, sefer f.; kampanya yapmak, mücadele etmek, sefere çıkmak | |||||
This is a campaign against racism. (Bu ırkçılığa karşı bir kampanya.) | |||||
377) campus; (isim) | |||||
kampüs, yerleşke | |||||
The campus is full of trees and flowers. (Kampüs ağaçlar ve çiçeklerle dolu.) | |||||
378) can; (fiil, iism) | |||||
f.; yapabilmek, -ebilmek , edebilmek i.; teneke kutu, konserve kutusu ,hapishane | |||||
She told she can play the guitar well. (İyi gitar çalabildiğini söyledi.) | |||||
379) Canadian; (isim, sıfat) | |||||
i.; kanadalı s.; kanada ile ilgi ve kanada’ya özgü | |||||
She is in love with a Canadian actor. (Kanadalı bir oyuncuya aşık.) | |||||
380) cancer; (isim, sıfat) | |||||
i.; kanser , kötü şey, yengeç burcu s.; kanserli | |||||
The cancer has spread the whole entrails. (Kanser tüm iç organlarına yayılmış.) | |||||
381) candidate; (isim) | |||||
aday, talip, namzet | |||||
The candidates will be selected according to their ranking. (Adaylar puan sıralamalarına göre seçilecek.) | |||||
382) cap; (isim, fiil) | |||||
i.; kep, takke ,başlık, kapak f.; başlık geçirmek, kapatmak | |||||
She was wearing a big black cap. (Büyük siyah bir başlık takıyordu. ) | |||||
383) capability; (isim) | |||||
yetenek, kabiliyet, | |||||
She has the capability to do this job. (Onun bu işi başarabilecek kapasitesi var.) | |||||
384) capable; (sıfat) | |||||
yetenekli, kabiliyetli, becerikli | |||||
She’s a very capable architect. (Çok yetenekli bir mimardır.) | |||||
385) capacity; (isim) | |||||
kapasite, yeterlik/ehliyet, hacim, alış kabiliyeti, güç, görev | |||||
The car has a fuel tank with capacity of 25 litres. (Arabanın 25 litrelik yakıt deposu kapasitesi var.) | |||||
386) capital; (isim) | |||||
sermaye,anamal, başkent, büyük harf | |||||
Paris is the capital of France. (Paris Fransa’nın başkentidir.) | |||||
387) captain; (isim, fiil) | |||||
i.; kaptan, yüzbaşı , albay, başkomiser f.; kaptanlık etmek, yönetmek , kumanda etmek | |||||
She was the captain of the volleyball team at school. (Okulda voleybol takımının kaptanıydı.) | |||||
388) capture; (fiil, isim) | |||||
f.; tutsak etmek, esir almak, el koymak ,zaptetmek i.; esir, tutsak etme, zaptetme | |||||
Allied forces captured 150 enemy soldiers. (Müttefik kuvvetler 150 düşman askerini esir aldı.) | |||||
389) car; (isim) | |||||
araba, otomobil, kabin, vagon | |||||
Where can I park the car. (Arabayı nereye park edebilirim?) | |||||
390) carbon; (isim) | |||||
karbon, kömür, kopya kağıdı, karbon kağıdı | |||||
Carbon is found in the chemical composition of all organic substances. (Karbon tüm organik maddelerin kimyasal bileşiminde bulunur.) | |||||
391) card; (isim, fiil) | |||||
i.; kart, oyun kağıdı, kartvizit, kartpostal , iskambil kağıdı f.; kart açmak, fişlemek | |||||
Here is my card, if you want to ask me anything. (Bana herhangi bir şey sormak isterseniz buyrun bu benim kartım.) | |||||
392) care; (isim, fiil) | |||||
f.; umursamak, önemsemek, özen göstermek i.; özen, itina , bakım | |||||
Don’t pretend as if you don’t care . (Umursamıyormuş gibi davranma.) | |||||
393) career; (isim, fiil) | |||||
i.; kariyer , meslek hayatı f.; hız yapmak | |||||
She gave up her career after giving birth to a child. (Çocuk sahibi olduktan sonra kariyerinden vazgeçti.) | |||||
394) careful; (sıfat) | |||||
dikkatli, özenli, tedbirli, itinalı | |||||
Be careful don’t break the glasses. (Dikkatli ol bardakları kırma.) | |||||
395) carefully; (zarf) | |||||
dikkatlice, itina ile, özenli şekilde | |||||
Hold the baby carefully. (Bebeği dikkatlice tut.) | |||||
396) carrier; (isim) | |||||
taşıyıcı, nakliyeci, hamal, dağıtıcı,nakliyeci | |||||
We are moving tomorrow, we need a carrier. (Yarın taşınıyoruz,bize bir nakliyeci lazım.) | |||||
397) carry; (isim, fiil) | |||||
i.; taşıma f.; taşımak, nakletmek, iletmek,sürüklemek , üzerinde bulundurmak | |||||
She was carrying a big black bag. (Büyük siyah bir çanta taşıyordu.) | |||||
398) case ; (isim , fiil) | |||||
i.; dava, durum, vaka, kutu, kasa , kın,kılıf , valiz , sandık f.; kutulamak, yerine koymak | |||||
In this case we should call the police. (bu durumda polisi aramalıyız.) | |||||
399) cash; (isim, sıfat, fiil) | |||||
i.; nakit, peşin para , peşin ödeme s.; peşin f.; tahsil etmek, çek bozdurmak, paraya çevirmek | |||||
I will pay the cost cash. (Tutarı nakit olarak ödeyeceğim.) | |||||
400) cast; (fiil, isim) | |||||
f.; atmak,dökmek, fırlatmak, göz atmak, serpmek, olta atmak, kaybetmek, biçim vermek i.; döküm, atma, fırlatma, savurma, düzen , şekil, kalıp, rol alanlar, oyuncular | |||||
The girl cast her eyes down book. (Kız kitaba göz attı.) | |||||
401) cat; (isim, fiil) | |||||
kedi, dedikoducu kadın f.; kusmak | |||||
402) catch; (isim, fiil) | |||||
i.; yakalama, tutma, f.; yakalamak, tutmak, cezbetmek | |||||
He caught the ball before it fell. (Yere düşmeden topu yakaladı.) | |||||
403) category; (isim) | |||||
kategori, bölüm, sınıf | |||||
There are 3 categories you can choose. (Seçebileceğin üç kategori var.) | |||||
404) Catholic; (sıfat) | |||||
katolik | |||||
The catholic church was restored last year. (Katolik klisesi geçen yıl restore edildi.) | |||||
405) cause; (fiil, isim) | |||||
f.; sebep olmak, yol açmak i.; neden, sebep | |||||
The elections caused a chaos in the country. (Seçimler ülkede kaosa sebep oldu.) | |||||
406) ceiling; (isim) | |||||
tavan, yükseklik sınırı | |||||
The lamp is hanging from the ceiling. (Lamba tavandan sarkıyor.) | |||||
407) celebrate; (fiil) | |||||
kutlamak | |||||
I will celebrate the christmas with my family. (Noel’i ailemle kutlayacağım.) | |||||
408) celebration; (isim) | |||||
kutlama, şölen, tören | |||||
We have a birthday celebration today. (Bugün doğum günü kutlaması yapıyoruz.) | |||||
409) celebrity; (isim) | |||||
ünlü kişi, şöhret | |||||
He become a celebrity after this movie. (Bu filmden sonra ünlü oldu.) | |||||
410) cell; (isim) | |||||
hücre , göz, küçük oda | |||||
Cells are the smallest building stone of the body. (Hücreler vücudun en küçük yapı taşıdır.) | |||||
411) center; (fiil, isim) | |||||
f.; ortalamak i.; merkez, orta | |||||
I have an appoinment in beauty center. (Güzellik merkezinde randevum var.) | |||||
412) central; (sıfat,isim) | |||||
s.; merkezi,orta i.; telefon santrali | |||||
The bank has a central branch office in New York. (Banka’nın New York’da merkezi bir şubesi var.) | |||||
413) century; (isim) | |||||
yüzyıl, asır | |||||
The construction of the mosque dates back to 6th century. (Bu caminin inşası 6.yy a dayanıyor.) | |||||
414) CEO; (isim) | |||||
ceo (icra kurulu başkanı) | |||||
She was nominated to ceo reward. (Ceo ödülüne aday göterildi.) | |||||
415) ceremony; (isim) | |||||
tören, merasim | |||||
The president gave a speech in the opening ceremony. (Başkan açılış töreninde konuşma yaptı.) | |||||
416) certain; (sıfat) | |||||
kesin, belirli, mutlak | |||||
He has his own certain thoughts. (Onun kendi mutlak görüşleri vardır.) | |||||
417) certainly; (zarf) | |||||
kesinlikle, elbette | |||||
I am certainly coming this store again. (Bu mağazaya kesinlikle tekrar geliyorum.) | |||||
418) chain; (isim, fiil) | |||||
i.; zincir f.; zincire vurmak | |||||
The dog broke his chain and run away. (Köpek zincirini kırdı ve kaçtı.) | |||||
419) chair; (isim, fiil) | |||||
i.; sandalye, koltuk f.; başkanlık etmek | |||||
Pull out a chair and sit with us. (Bir sandalye çek ve bizimle otur.) | |||||
420) chairman; (isim) | |||||
başkan, toplantı başkanı | |||||
I will introduce you with our founding chairman of our company. (Sizi şirketimizin kurucu başkanı ile tanıştıracağım.) | |||||
421) challenge; (isim, fiil) | |||||
i.; zorlu iş, meydan okuma f.; meydan okumak ,kafa tutmak | |||||
I accept your challange, let’s play. (Meydan okumanı kabul ediyorum, haydi oynayalım.) | |||||
422) chamber; (isim) | |||||
oda, hazne, | |||||
Lock the chamber before you leave. (Çıkmadan önce odayı kilitle.) | |||||
423) champion; (isim, sıfat) | |||||
şampiyon , s.; en iyi, şampiyon | |||||
I know the champion boxer Rocky. (Şampiyon boksör Rocky’i tanıyorum) | |||||
424) championship; (isim) | |||||
şampiyona, şampiyonluk | |||||
She will compete on the world championship. (Dünya şampiyonasında yarışacak.) | |||||
425) chance; (isim, fiil) | |||||
i.; şans, fırsat f.; şans eseri olmak | |||||
Please, give me another chance. (Lütfen bana bir şans daha ver.) | |||||
426) change; (fiil, isim) | |||||
f.; değiştirmek, değişmek i.; değişim, değişiklik | |||||
The economic situation of the country has changed dramatically. (Ülkenin ekonomik durumu hızla değişti.) | |||||
427) changing; (sıfat) | |||||
değişen | |||||
The changing conditions effect us badly. (Değişen koşullar bizi olumsuz etkiliyor.) | |||||
428) channel; (isim) | |||||
kanal, hat | |||||
Skip this channel. (Bu kanalı değiştir.) | |||||
429) chapter; (isim) | |||||
bölüm, kısım | |||||
Summerize the first chapter. (İlk bölümü özetleyin.) | |||||
430) character; (isim) | |||||
karakter, kişilik | |||||
Mickey Mouse is my favorite cartoon character. (Mickey Mouse benim favori çizgi karakterim) | |||||
431) characteristic; (isim, sıfat) | |||||
i.; özellik, nitelik s.; karakteristik, tipik | |||||
Characteristic features are taken into account. (Karakteristik özellikler göz önüne alınır.) | |||||
432) characterize; (fiil) | |||||
simgelemek, nitelemek | |||||
The city is characterized by stone buildings. (Bu şehir taş binalarla nitelenir.) | |||||
433) charge; (fiil, isim) | |||||
f.; görevlendirmek, suçlamak, yüklemek i.; sarj, ücret, yük, suçlama | |||||
He charged her friend with lying (Arkadaşını yalan söylemekle suçladı.) | |||||
434) charity; (isim) | |||||
hayırseverlik, ağış, hayır cemiyeti | |||||
He donated 1000 dollars to charity. (Hayır cemiyetine 1000 dolar bağışladı.) | |||||
435) chart; (isim, fiil) | |||||
i.; çizelge, tablo, gösterge f.;garfiğini çıkarmak , göstermek | |||||
All statistical data are in the chart.( Bütün istatiksel veriler çizelgede yer alıyor.) | |||||
436) chase; (fiil, isim) | |||||
f.; takip etmek, kovalamak, takip | |||||
The cats are chasing the mice. (Kediler fareleri kovalıyor.) | |||||
437) cheap; (sıfat) | |||||
ucuz, bayağı | |||||
The flight ticket prices are cheap and getting cheaper. (Uçak biletleri fiyatları ucuz ve gittikçe de ucuzluyor.) | |||||
438) check; (isim, fiil) | |||||
i.; kontrol f.; denetlemek, kontrol etmek | |||||
Check your homework before handing it to teacher. (Ödevini öğretmene vermeden önce kontrol et. ) | |||||
439) cheek; (isim) | |||||
yanak | |||||
I kissed her on both cheek. (Onu iki yanağından öptüm.) | |||||
440) cheese; (isim) | |||||
peynir | |||||
Can I have some extra cheese? (Biraz fazladan peynir alabilir miyim?) | |||||
441) chef; (isim) | |||||
şef, aşçıbaşı | |||||
The chef in the hotel cooks delicious meals. (Oteldeki aşçıbaşı çok lezzetli yemekler yapıyor.) | |||||
442) chemical; (isim, sıfat) | |||||
i..; kimyasal madde s.; kimyasal | |||||
Chemical wastes are dangerous for the environment. (Kimyasal atıklar çevre için zararlıdır.) | |||||
443) chest; (isim) | |||||
göğüs, sandık | |||||
She went to the doctor because she had a chest pain. ( Göğsü ağrıdığı için doktora gitti.) | |||||
444) chicken; (isim) | |||||
tavuk, piliç | |||||
The old man has chickens in his backyard. (Yaşlı adamın arka bahçesinde tavukları var.) | |||||
445) chief; (isim, sıfat) | |||||
i.; şef , amir,reis s.; ana, baş | |||||
The chief engineer controlled the construction area. ( Başmühendis şantiyeyi denetledi.) | |||||
446) child; (isim) | |||||
çocuk ,evlat | |||||
His mother died when he was a child. (Annesi o daha çocukken vefat etti.) | |||||
447) childhood; (isim) | |||||
çocukluk | |||||
They had a happy childhood. (Onlar mutlu bir çocukluk geçirdiler.) | |||||
448) Chinese;(isim, sıfat) | |||||
i.; çince s.; çinli, çinle ilgili ve çin’e özgü | |||||
We had our lunch in a chinese restaurant. (Öğle yemeğimizi bir çin restoranında yedik.) | |||||
449) chip; (fiil, isim) | |||||
f.; yontmak, budamak, havalandırmak i.; patates kızartması, çentik, kırıntı, fiş, çip | |||||
Hamburgers are served with chips. (Hamburgerler patates kızartması ile servis edilir.) | |||||
450) chocolate; (isim) | |||||
çikolata | |||||
She brought us various chocolates from Belgium. (Bize Belçika’dan çeşit çeşit çikolatalar getirdi.) | |||||
451) choice; (isim) | |||||
seçenek, tercih, seçim | |||||
The school counselling service informed students about career choices. (Okul rehberlik servisi öğrencileri kariyer seçimleri konusunda bilgilendirdi.) | |||||
452) cholesterol; (isim) | |||||
kolesterol | |||||
If you have cholesterol, stay away from fatty foods. (Kolestrolün varsa yağlı yiyeceklerden uzak dur.) | |||||
453) choose; (fiil) | |||||
seçmek, uygun bulmak | |||||
Choose your words carefully. (Kelimelerini dikkatlice seç) | |||||
454) Christian; (isim) | |||||
hristiyan | |||||
She became a Christian after she got married. | |||||
455) Christmas; (isim) | |||||
noel | |||||
Merry Christmas and a happy new year! (Mutlu Noeller ve iyi seneler !) | |||||
456) church; (isim) | |||||
kilise, cemaat | |||||
Do you often go to church? (Sık sık kiliseye gider misin? | |||||
457) cigarette; (isim) | |||||
sigara | |||||
He used to smoke a pack of cigarettes a day. (Eskiden günde bir paket sigara içerdi.) | |||||
458) circle; (isim, fiil) | |||||
i.; daire, çember, halka f.; daire içine almak | |||||
Circle the correct answer. (Doğru cevabı daire içine alın.) | |||||
459) circumstance; (isim) | |||||
durum, hal, koşul, vaziyet | |||||
I can trust him in any circumstance. (Ona her koşulda güvenebilirim) | |||||
460) cite; (fiil) | |||||
alıntılamak, atıfta bulunmak, bahsetmek | |||||
The speaker cited from Goethe in her speech. (Konuşmacı, konuşmasında Goethe’den alıntı yaptı.) | |||||
461) citizen; (isim) | |||||
vatandaş | |||||
Every citizen has responsibilities towards his country. (Her vatandaşın ülkesine karşı sorumlulukları vardır.) | |||||
462) city; (isim) | |||||
şehir, kent | |||||
The number of immigrants in the city is increasing. (Şehirdeki göçmen sayısı artıyor.) | |||||
463) civil; (sıfat) | |||||
sivil, kamu | |||||
Martin Luther King is a well known leader of civil rights. (Martin Luther King sivil hakların bilinen bir önderidir.) | |||||
464) civilian; (isim, sıfat) | |||||
i.; sivil s.; mülki , sivil | |||||
After he retired from the army, he returned to civilian life. (Ordudan emekli olduktan sonra sivil hayata döndü. | |||||
465) claim; (fiil, isim) | |||||
f.; iddia etmek, talepte bulunmak i.; iddia, talep | |||||
I don’t claim to be hundred percent right. (Yüzde yüz haklı olduğumu iddia etmiyorum.) | |||||
466) class; (isim, fiil) | |||||
i.; sınıf, ders f.; sınıflandırmak | |||||
Friday’s class canceled. (Cuma günkü ders iptal oldu.) | |||||
467) classic; (isim, sıfat) | |||||
i.; klasik , klas , klasik eser s.; klasik, geleneksel | |||||
This book is the example of classic novel. (Bu kitap bir klasik roman örneğidir.) | |||||
468) classroom; (isim) | |||||
sınıf , derslik | |||||
Students decorated the classroom for the new year. (Öğrenciler yeni yıl için sınıfı süslediler.) | |||||
469) clean; (sıfat, fiil) | |||||
s.; temiz, pürüzsüz f.; temizlemek , arındırmak | |||||
She cleaned the house all day. (Bütün gün evi temizledi.) | |||||
470) clear; (sıfat) | |||||
açık, net, temiz | |||||
The sky is clear, we can see the clouds. (Gökyüzü açık, bulutları görebiliyorum) | |||||
471) clearly; (zarf) | |||||
açık bir biçimde, açıkça | |||||
I explaned everything clearly. (Her şeyi açıkça izah ettim.) | |||||
472) client; (isim) | |||||
müşteri, alıcı, müvekkil | |||||
We need to develop client focused solutions. (Müşterici odaklı çözümler geliştirmeliyiz.) | |||||
473) climate; (isim) | |||||
iklim,çevre, hava | |||||
Climate change is an important problem for our world. (İklim değişikliği dünyamız için önemli bir sorun.) | |||||
474) climb; (fiil, isim) | |||||
f.; tırmanmak, çıkmak i.; tırmanma, çıkma | |||||
Climbing the mountain is exciting but at the same time it dangerous. (Dağa tırmanmak heyecan verici ama aynı zamanda tehlikelidir. | |||||
475) clinic; (isim) | |||||
klinik, muayenehane | |||||
An animal clinic needs to be opened in this neighborhood. (Bu mahalleye bir hayvan kliniği açılması gerek.) | |||||
476) clinical; (sıfat) | |||||
klinik, klinik ile ilgili | |||||
Everything will be clear after the clinical tests are done. (Klinik testler yapıldıktan sonra her şey belli olacak.) | |||||
477) clock; (isim) | |||||
saat , hız göstergesi | |||||
The clock in the kitchen is not working. (Mutfaktaki saat çalışmıyor.) | |||||
478) close; (fiil,isim, sıfat) | |||||
f.; kapatmak,yaklaşmak bitirmek, anlaşmaya varmak i.;kapanış s.; yakın, samimi | |||||
He closed the door behind her. (Arkasından kapıyı kapattı.) | |||||
479) closely; (zarf) | |||||
yakından, benzer | |||||
I followed all the events closely. (Tüm olayları yakından takip ettim.) | |||||
480) closer;(sıfat) | |||||
daha yakın | |||||
Earth is closer to the sun than Mars. (Dünya güneşe Mars’tan daha yakın.) | |||||
481) clothes; (isim) | |||||
giysi, giyecek, elbise | |||||
She bought new clothes. (Yeni kıyafetler aldı.) | |||||
482) clothing; (isim) | |||||
giyim kuşam, giyim, elbise | |||||
He was very careful about her clothes when he was young. (Gençken giyim kuşamına özen gösterirdi.) | |||||
483) cloud; (isim, fiil) | |||||
i.; bulut,bulanıklık , sıkıntı veren şey f.; bulutlanmak, kararmak | |||||
The sun went behind the clouds. (Güneş bulutların arkasına geçti) | |||||
484) club; (isim) | |||||
klüp, cemiyet, dernek | |||||
He joined to golf club with his friend. (Arkadaşı ile golf klübüne katıldı.) | |||||
485) clue; (isim, fiil) | |||||
i.; ipucu, işaret , iz f.; bilgi vermek | |||||
Give me a clue or I will never guess. (Baan ipucu ver yoksa asla tahmin edemeyeceğim.) | |||||
486) cluster; (isim, fiil) | |||||
i.; demet , salkım, tutam, küme f; demet yapmak, kümelemek | |||||
He painted a cluster of grapes. (Bir salkım üzüm resmetti.) | |||||
487) coach; (isim, fiil) | |||||
i.; otobüs, at arabası, vagon, antrenör f.; koçluk yapmak, taşımak, eğitmek | |||||
The couch was moving slowly.(Otobüs yavaşça hareket ediyordu.) | |||||
488) coal; (isim) | |||||
kömür,kor | |||||
Put more coal on the fire. ( Ateşe daha çok kömür koy.) | |||||
489) coalition; (isim) | |||||
koalisyon, ortak yönetim, birleşme | |||||
The country was ruled by the coalition for many years. (Ülke uzun yıllar koalisyon ile yönetildi.) | |||||
490) coast; (isim, fiil) | |||||
i.; deniz kıyısı, sahil kenarı f.; sahil boyunca gitmek | |||||
There were long palm trees on the coast. (Deniz kıyısında uzun palmiye ağaçları vardı.) | |||||
491) coat; (isim, fiil) | |||||
i.; palto, kaban,mont f.; kaplamak, örtmek | |||||
The coat keeps me warm. (Bu palto beni sıcak tutuyor.) | |||||
492) code; (isim, fiil) | |||||
i.; kod, şifre,kanun f.; kodlamak | |||||
Enter the five digit code. (Beş haneli kodu giriniz.) | |||||
493) coffee; (isim) | |||||
kahve, kahvehane | |||||
I prefer coffee for breakfast. (Kahvaltıda kahveyi tercih ederim.) | |||||
494) cognitive; (sıfat) | |||||
kavramsal, kognitif, algısal | |||||
She specializes in cognitive psychology. (Kavramsal psikoloji alanında uzmanlık yapıyor.) | |||||
495) cold; (isim, sıfat) | |||||
i.; soğukluk, nezle , soğuk algınlığı s.; soğuk, soğukkanlı, sakin | |||||
This special tea is goof for cold. (Bu özel çay soğuk algınlığına iyi geliyor.) | |||||
496) collapse; (fiil, isim) | |||||
f.; çökmek, i.; çökme, yıkılma | |||||
The building collapsed because it was very old. (Bina çok eski olduğundan çöktü.) | |||||
497) colleague; (isim) | |||||
iş arkadaşı, meslektaş | |||||
They are starting a new project with their colleagues. (Meslektaşlarıyla yeni bir projeye başlıyorlar.) | |||||
498) collect; (fiil) | |||||
biriktirmek, toplamak, bir araya getirmek | |||||
He collected a lot of memories from every country he went to. (Gittiği her ülkeden birçok hatıra topladı.) | |||||
499) collection; (isim) | |||||
toplama,koleksiyon, derleme, tahsilat, para toplama | |||||
My grandfather is fond of cars and even has a car collection. ( Büyükbabam arabalara çok meraklı ve hatta bir araba koleksiyonu var.) | |||||
500) collective; (sıfat) | |||||
toplu, kollektif, ortak ,ortaklaşa | |||||
Collective decision making can solve the problems easily. ( Ortaklaşa karar vermek sorunları daha kolay çözebilir.) | |||||
501) college; (isim) | |||||
üniversite, kolej | |||||
Due to financial difficulties, I could not go to college. (Maddi zorluklar nedeniyle üniversiteye gidemedim) | |||||
502) colonial; (isim, sıfat) | |||||
i.; sömürgede oturan kimse s.; sömürge, kolonyal , sömürgeci | |||||
Britain had a huge colonial power. (İngiltere büyük bir sömürge gücüne sahipti.) | |||||
503) color ; (isim; fiil) | |||||
i.; renk, boya f.; boyamak, renklendirmek | |||||
She likes bright colors. (Parlak renkleri sever.) | |||||
504)column; (isim) | |||||
kolon, sütun, dikeç | |||||
The old mosque is supported by wooden columns. (Eski cami tahta kolonlarla desteklenmektedir | |||||
505) combination; (isim) | |||||
kombinasyon, birleştirme, birleşim | |||||
I liked the combination of jeans and red coat. (Kot pantolon ve kırmızı ceketin kombinasyonunu beğendim. | |||||
506) combine; (fiil) | |||||
birleştirmek, birleşmek | |||||
Sodium and chloride combine to form salt. (Sodyum ve klorür tuz oluşumu için birleştirilir.) | |||||
507) come; (fiil) | |||||
gelmek, yaklaşmak, uğramak, | |||||
They are coming to see us. (Bizi görmek için geliyorlar.) | |||||
508) comedy; (isim) | |||||
komedi, güldürü | |||||
He likes watching comedy shows. (Komedi programları izlemeyi sever.) | |||||
509) comfort; (isim, fiil) | |||||
i.; rahat, konfor, rahatlık f.; rahat ettirmek | |||||
The hotel offers a high standard of comfort. (Otel yüksek konfor standardı sunuyor.) | |||||
510) comfortable; (sıfat) | |||||
rahat, konforlu,rahatlatıcı | |||||
These shoes are not very comfortable. (Bu ayakkabılar çok rahat değil.) | |||||
511) command; (fiil, isim) | |||||
emretmek, buyurmak, i.; emir, kumanda, buyruk | |||||
In military , you must obey the commands. (Askeriye’de verilen emirlere itaat etmelisiniz.) | |||||
512) commander; (isim) | |||||
kumandan, komutan, amir, deniz binbaşısı | |||||
The commander started military exercise. (Kumandan askeri tatbikat başlattı.) | |||||
513) comment; (isim, fiil) | |||||
i.; yorum f.; yorum yapmak, eleştirmek | |||||
Have you any comment to make about the reason of the incident ? (Bu olayın nedeni hakkında bir yorumun var mı) | |||||
514) commercial;(sıfat) | |||||
ticari | |||||
The government need to suuport commercial activities in the whole country. (Hükümet tüm ülkede ticari faaliyetleri desteklemelidir.) | |||||
515) commision; (isim, fiil) | |||||
i.; komisyon, kurul f.; görevlendirmek, ısmarlamak | |||||
The European Commission has drafted a new contract. (Avrupa Komisyonu yeni bir sözleşme hazırladı.) | |||||
516) commit; (fiil) | |||||
suç işlemek, işlemek | |||||
Most crimes are commited by people with pyschological disorders. (Birçok suç psikolojik bozuklukları olan insanlar tarafından işleniyor.) | |||||
517) commitment; (isim) | |||||
bağlılık, bağlanma, söz | |||||
The relationships require a strong commitment. (İlişkiler güçlü bir bağlılık gerektirir.) | |||||
518) committee; (isim) | |||||
komite, kurul, heyet | |||||
He is the member of management committee. (O, yönetim kurulu üyesi.) | |||||
519) common (isim, sıfat) | |||||
i.; halka açık alan s.; ortak, sıradan, yaygın, umumi | |||||
Air pollution is the common problem of the world. (Hava kirliliği dünyanın ortak sorunudur.) | |||||
520) communicate; (fiil) | |||||
haberleşmek,iletişim kurmak, iletişime geçmek , diyalog kurmak | |||||
They communicate in body language. (Beden diliyle iletişim kuruyorlar.) | |||||
521) communication; (isim) | |||||
iletişim, haberleşme, irtibat, temas , bağlantı | |||||
Psychologists usually have good communication skills. (Psikologlar genelde iyi iletişim yeteneklerine sahip oluyorlar.) | |||||
522) community; (isim) | |||||
topluluk, cemaat, cemiyet, halk, | |||||
She is afraid to speak in front of the community. (Topluluk önünde konuşmaktan çekinir.) | |||||
523) company; (isim) | |||||
şirket, firma , arkadaşlık | |||||
The company won the tender. (Şirket ihaleyi kazandı.) | |||||
524) compare; (fiil) | |||||
karşılaştırmak, kıyaslamak, oranlamak | |||||
Do not compare your problems with other people’s. (Kendi sorunlarını başkalarınınkiyle kıyaslama.) | |||||
525) comparison; (isim) | |||||
karşılaştırma, kıyaslama | |||||
The air travel is very comfortable in comparison with bus travel. (Uçak yolculuğu, otobüs yolculuğu ile kıyaslandığında çok rahattır.) | |||||
526) compete; (fiil) | |||||
yarışmak, rekabet etmek, aşık atmak | |||||
I can’t compete with you. (Seninle rekabet edemem.) | |||||
527) competition; (isim) | |||||
yarışma, müsabaka, rekabet | |||||
The competition was postponed because of bad weather conditions. (Yarışma, kötü hava koşulları nedeniyle ertelendi.) | |||||
528) competitive; (sıfat) | |||||
rekabetçi, hırslı | |||||
This shop is selling clothes at competitive prices. (Bu mağaza, kıyafetleri rekabetçi fiyatlara satıyor.) | |||||
529) competitor; (isim) | |||||
yarışmacı, rakip | |||||
There were over a hundred competitors on the tournament. (Turnuvada yüzün üzerinde yarışmacı vardı.) | |||||
530) complain; (fiil) | |||||
şikayet etmek, dert yanmak, yakınmak, sılanmak | t | ||||
Our grandma complains about her pains all the time. (Büyükannemiz durmadan ağrılarından şikayet ediyor.) | |||||
531) complaint; (isim) | |||||
şikayet, yakınma, sitem | |||||
Please inform us about your wishes and complaints. (Dilekleriniz ve şikayetleriniz hakkında bizi bilgilendiriniz.) | |||||
532) complete; (fiil, sıfat) | |||||
f.; tamamlamak, bütünlemek s.; bütün, eksiksiz, tam | |||||
She completed writing the book series in two years. (Kitap serisini yazmayı iki yılda tamamladı.) | |||||
533) completely; (zarf) | |||||
tamamen, eksiksiz olarak | |||||
It completely nonsence. (Tamamen saçmalıktı.) | |||||
534) complex; (isim, sıfat) | |||||
i.; kompleks, blok, karışık şey s.; karışık, karmaşık, komplike | |||||
The scientists are still working on the complex structure of human brain. (Bilim insanları halen insan beyninin karmaşık yapısı üzerinde çalışıyor.) | |||||
535) complicated; (sıfat) | |||||
karmaşık,karışık, komplike | |||||
It seems complicated but I will try to explain. ( Karmaşık görünüyor ancak açıklamayı deneyeceğim.) | |||||
536) component; (isim, sıfat) | |||||
i.; bileşen, tamamlayıcı parça, öğe s.; tamamlayıcı, bileşen | |||||
He knows every component of a machine. (O, bir makinenin tüm bileşenlerini bilir.) | |||||
537) compose; (fiil) | |||||
bestelemek, şiir,müzik b yazmak, oluşturmak, düzenlemek | |||||
Beethoven composed a large number of operas. (Beethoven çok sayıda opera bestelemiştir.) | |||||
538) composition; (isim) | |||||
kompozisyon, beste | |||||
The composition of Requiem belongs to Mozart. (Requiem’in bestesi Mozart’a aittir.) | |||||
539) comprehensive; (sıfat) | |||||
kapsamlı, geniş, etraflı | |||||
We need to make a comprehensive list of related topics. (İlgili konuların kapsamlı bir listesini yapmalıyız. | |||||
540) computer; (isim) | |||||
bilgisayar, kompüter | |||||
The computer usage should be limeted for kids. (Bilgisayar kullanımı çocukların için sınırlandırılmalıdır.) | |||||
541) concentrate (fiil) | |||||
konsantre olmak, yoğunlaşmak | |||||
I decided to concentrate on my job. (İşime konsantre olmaya karar verdim) | |||||
542) concentration; (isim) | |||||
konsantrasyon, yoğunlaşma | |||||
The surgeries requires a great deal of concentration. (Ameliyatlar büyük bir dikkat gerektirir.) | |||||
543) concept; (isim) | |||||
konsept, kavram , genel düşünce | |||||
The concept of love can be perceived differently. (Sevgi kavramı herkesçe farklı algılanabilir.) | |||||
544) concern; (isim, fiil) | |||||
i.; kaygı, endişe, ilgi f.; ilgilendirmek, alakadar etmek | |||||
The individuals concern about their future. (Kişiler gelecekleri konusunda endişeliler.) | |||||
545) concerned; (sıfat) | |||||
endişeli, kaygılı, alakadar, ilgili | |||||
He didn’t seem concerned about his health. (Sağlığı konusunda endişeli görünmüyordu.) | |||||
546) concert; (isim) | |||||
konser | |||||
I have an extra ticket for the concert. (Konser için fazladan biletim var.) | |||||
547) conclude; (fiil) | |||||
sonuç çıkarmak, sonuçlandırmak,karara varmak | |||||
We can conclude from the paragrapgh that the animals are in danger. (Bu paragraftan hayvanların risk altında olduğu sonucunu çıkarabiliriz.) | |||||
548) conclusion; (isim) | |||||
yargı, sonuç | |||||
Your conclusion paragraph was too short. (Senin sonuç paragrafın çok kısaydı.) | |||||
549) concrete; (isim, sıfat) | |||||
i.; beton s.; somut, maddesel | |||||
The dog is lying on a concrete floor. (Köpek, beton zeminin üstünde yatıyor.) | |||||
550) condition; (fiil, isim) | |||||
f.; şarta bağlamak, koşullamak i.; durum, koşul, şart | |||||
You should improve your living conditions. (Yaşam koşullarını iyileştirmelisin.) | |||||
551) conduct; (isim,fiil) | |||||
i.; yönetim, davranış f.; yönetmek, idare etmek, yürütmek | |||||
The guide conducted us around ancient ruins. (Rehber bizi antik kalıntılar arasında yürüttü) | |||||
552) conference; (isim) | |||||
konferans, kongre, görüşme | |||||
She attended a conference about first aid. (İlk yardım konulu bir konferansa katıldı.) | |||||
553)confidence; (isim) | |||||
güven, itimat, güvenilirlik | |||||
There is a lack of confidence among the employees. (Çalışanlar arasında güven eksikliği var.) | |||||
554) confident; (sıfat) | |||||
kendine güvenen, emin, güvenli | |||||
You can’t achieve anything unless you won’t be in a confident mood. (Eğer rahat bir tavır içerisinde olmazsan hiçbir şeyi başaramazsın.) | |||||
555) confirm; (fiil) | |||||
onaylamak, teyit etmek, doğrulamak ,tasdiklemek | |||||
Please sign here to confirm your reservation. (Lütfen rezervasyonunuzu onaylamak için burayı imzalayın.) | |||||
556) conflict; (fiil, isim) | |||||
f.; anlaşamamak, ters düşmek, çekişmek i.; anlaşmazlık, çekişme , çatışma | |||||
Political conflicts have led to violence in society. (Politik çatışmalar toplumda şiddete yol açtı.) | |||||
557) confront; (fiil) | |||||
yüzleştirmek, karşı koymak | |||||
You know that you have to confront your fears. (Korkularınla yüzleşmek zorunda olduğunu biliyorsun.) | |||||
558) confusion; (isim) | |||||
karışıklık, kafa karışıklığı, kargaşa | |||||
To avoid the confusion underline the significant ones. (Karışıklığı önlemek için önemli olanların altını çiz.) | |||||
559) Congress; (isim) | |||||
kongre, meclis, kurultay | |||||
Congress voted on the law proposal yesterday. (Kongre dün yasa teklifini oyladı.) | |||||
560) congressional; (sıfat) | |||||
kongre, kongresel, kongre ile ilgili | |||||
Congressinal election was canceled last week. (Kongre seçimi geçen hafta iptal edildi) | |||||
561) connect; (fiil) | |||||
bağlamak,birleşmek, ilişki kurmak, bağlantı kurmak, | |||||
The Bosphorus Bridge connects Asia and Europe. (Boğaz Köprüsü Asya ve Avrupa kıtalarını birleştiriyor.) | |||||
562) connection; (isim) | |||||
bağlantı, bağlanma, ilişki | |||||
There is a strong connection between heart and brain. (Kalple beyin arasında güçlü bir ilişki var.) | |||||
563) consciousness; (isim) | |||||
bilinç, şuur | |||||
She lost consciousness, she doesn’t remember any more. (Bilincini kaybetti, artık hiçbir şey hatırlamıyor. | |||||
564) consensus; (isim) | |||||
fikir birliği, ortak karar, mutabakat | |||||
Our group has consensus on this issue. (Grubumuz bu konu üzerinde fikir birliğine sahip) | |||||
565) consequence; (isim) | |||||
sonuç, netice | |||||
Keep trying regardless of the consequences. (Sonuçlarına aldırmaksızın denemeye devam et.) | |||||
566) conservative; (sıfat) | |||||
muhafazakar, tutucu, gösterişsiz, ölçülü | |||||
He doesn’t agree with his conservative views of his parents. (Anne babasının muhafazakar görüşlerine katılmıyor.) | |||||
567) consider; (fiil) | |||||
göz önünde bulundurmak, dikkate almak, hesaba katmak | |||||
Consider all the possibilities before you attempt anything. (Bir şeye kalkışmadan önce tüm olasılıkları göz önünde bulundur.) | |||||
568) considerable; (sıfat) | |||||
oldukça, önemli, kayda değer, hatırı sayılır ölçüde | |||||
She donated a considerable amount of money to our association. (Derneğimize önemli miktarda para bağışladı.) | |||||
569) consideration; (isim) | |||||
göz önünde bulundurma, düşünme, değerlendirme | |||||
The consideration of the proposal took a long time. (Teklifin değerlendirilmesi uzun zaman aldı.) | |||||
570)consist; (fiil) | |||||
den oluşmak, meydana gelmek | |||||
The committee consists of eight members. (Komite sekiz üyeden oluşuyor.) | |||||
571) consistent; (sıfat) | |||||
istikrarlı, devamlı, tutarlı, sürekli | |||||
Consistent growth in the economy makes the investors happy. (Ekonomideki istikrarlı büyüme yatırımcıları memnun ediyor.) | |||||
572)constant; (sıfat) | |||||
sabit, sürekli, değişmez | |||||
Babies need constant care. (Bebekler süreki ilgiye ihtiyaç duyar.) | |||||
573) constantly; (zarf) | |||||
sürekli, durmadan, ikide bir, | |||||
Stop grumbling constantly. (Sürekli söylenmeyi bırak.) | |||||
574) constitute; (fiil) | |||||
oluşturmak, teşkil etmek,kurmak | |||||
Farm products constitute the majority of the export products. (Tarım ürünleri ihracat ürünlerinin çoğunluğunu oluşturmakta.) | |||||
575) constitutional; (sıfat) | |||||
anayasal, meşruti | |||||
Constitutional rights are equal for everyone. (Anayasal haklar herkes için eşittir.) | |||||
576) construct; (fiil) | |||||
inşa etmek, oluşturmak, bina etmek | |||||
They constructed a shelter for street animals. (Sokak hayvanları için bir barınak inşa ettiler) | |||||
577) construction; (isim) | |||||
inşaat, yapı, konstrüksiyon | |||||
The construction of the new airport lasted for three years. (Yeni hava alanının inşaatı üç yıl sürdü.) | |||||
578) consultant; (isim) | |||||
danışman, uzman | |||||
The President’s consultant has resigned. (Cumhurbaşkanı’nın danışmanı istifa etti.) | |||||
579) consume; (fiil) | |||||
tüketmek, sarfetmek | |||||
Nowadays,children consume fastfood a lot. (Çocuklarda bugünlerde çok fazla fastfood tüketiyor.) | |||||
580) consumer; (isim) | |||||
tüketici, müşterici, alıcı | |||||
Consumer satisfaction comes first. (Müşteri memnuniyeti önce gelir.) | |||||
581) consumption; (isim) | |||||
tüketim, bitirme, harcama | |||||
Consumption consciousness of the society is changing day by day. (Toplumun tüketim bilinci günden güne değişiyor.) | |||||
582) contact; (fiil, isim) | |||||
f.; temasa geçmek, irtibat kurmak, iletişime geçmek i.; temas , irtibat | |||||
Do you keep in contact with your from college? (Üniversiteden arkadaşlarınla iletişim halinde misin?) | |||||
583) contain; (fiil) | |||||
içermek, kapsamak, bünyesinde bulundurmak | |||||
It does not contain any additives. (Katkı maddesi içermez.) | |||||
584) container; (isim) | |||||
konteyner, kap | |||||
These foods can be kept for a week in an airtight container. (Bu yiyecekler bir hafta süresince hava geçirmeyen bir kapta saklanabilir.) | |||||
585) contemporary; (sıfat) | |||||
modern, muasır, çağdaş, aynı zamana ait | |||||
She doesn’t like reading contemporary literature works. (Çağdaş edebiyat eserlerini okumayı sevmez.) | |||||
586) content; (isim) | |||||
içerik, kapsam , kapasite | |||||
There is a table of contents at the front page of the book. (Kitabın ön kapağında içerik listesi var.) | |||||
587) contest; (isim, fiil) | |||||
i.; yarışma, mücadele f.; rekabet etmek, yarışmak | |||||
She won the beauty contest last year. (Geçen yıl güzellik yarışmasını kazandı.) | |||||
588) context; (isim) | |||||
bağlam, durum | |||||
You can understand the meaning of a word from context. (Bir sözcüğün anlamını bağlamdan anlayabilirsiniz.) | |||||
589)continue; (fiil) | |||||
devam etmek, sürdürmek, süregelmek | |||||
The baby continued crying the whole night. (Bebek tüm gece ağlamaya devam etti.) | |||||
590) continued; (sıfat) | |||||
sürekli, devamlı, aralıksız | |||||
I appreciate your continued support. (Aralıksız desteğinizi takdir ediyorum.) | |||||
591) contract; (isim, fiil) | |||||
i.; sözleşme, kontrat, taahhüt f.;kasılmak, hastalık kapmak , anlaşma yapmak | |||||
Read the contract articles from beginning to end. (Kontrat maddelerini baştan sona okuyunuz.) | |||||
592) contrast; (fiil, isim) | |||||
f.; kıyas etmek, karşılaştırmak i.; karşıtlık, zıtlık, kontrast | |||||
There is an obvious contrast between twins’ characters. (İkizlerin karakterleri arasında belirgin bir karşıtlık var.) | |||||
593) contribute; (fiil) | |||||
katkıda bulunmak, katkı yapmak | |||||
You can contribute to our project with your suggestions. (Önerilerinizle projemize katkıda bulunabilirsiniz.) | |||||
594)contribution; (isim) | |||||
katkı | |||||
We are grateful for your valuable contributions. (Değerli katkılarınız için minnettarız.) | |||||
595) control; (fiil, isim) | |||||
f.; kontrol etmek, denetlemek, kumanda etmek i.; kontrol, denetim | |||||
The military took control of the country. (Askeriye ülkenin kontrolünü ele geçirdi.) | |||||
596) controversial; (sıfat) | |||||
tartışmalı, çekişmeli, anlaşmazlığa neden olan | |||||
It is a highly controversial topic to discuss about. (Üzerinde konuşmak için oldukça tartışmalı bir konu.) | |||||
597) controversy; (isim) | |||||
karşıtlık, ihtilaf,münakaşa | |||||
The question caused controversy. (Soru, münakaşaya neden oldu.) | |||||
598) convention; (isim) | |||||
toplama, toplanma, resmi konferans veya toplantı | |||||
The convention place has not been decided. (Toplanma yeri henüz kararlaştırılmadı.) | |||||
599) conventional; (sıfat) | |||||
konvensiyonel, alışılagelmiş, basmakalıp | |||||
You can’t solve the problems with conventional methods. (Basmakalıp yöntemlerle sorunları çözemezsin.) | |||||
600) conservation; (isim) | |||||
koruma, sahip çıkma, muhafaza | |||||
Nature conservation is supported by various organizations. (Doğayı koruma çeşitli örgütlerle destekleniyor.) | |||||
601) convert; (fiil) | |||||
dönüştürmek, çevirmek , evirmek, değiştirmek | |||||
The apartment is going to be converted into a dormitory. (Apartman, öğrenci yurduna dönüştürülecek.) | |||||
602) conviction; (isim) | |||||
inanç, görüş, kanı | |||||
Be respectful to other’s conviction. (Başkalarının inançlarına saygılı ol.) | |||||
603) convince; (fiil) | |||||
inandırmak, ikna etmek, kandırmak | |||||
I am trying to convince her to got out. (Onu dışarı çıkmaya ikna etmeye çalışıyorum.) | |||||
604) cook; (isim, fiil) | |||||
i.; aşçı f.; yemek yapmak,yemek pişirmek, pişirmek | |||||
How did you learn to cook well? (Böyle güzel yemek yapmayı nasıl öğrendin?) | |||||
605) cookie; (isim) | |||||
kurabiye, bisküvi, | |||||
The chocolate cookie is my favorite. (Çikolatalı kurabiye en sevdiğimdir.) | |||||
606) cooking; (isim) | |||||
yemek yapma, yemek pişirme | |||||
He is not good at cooking. (Yemek pişirmede iyi değildir.) | |||||
607) cool; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.; soğutmak, serinletmek i.; serinlik s.; soğuk, serin,serinkanlı, sakin, havalı kimse | |||||
The weather is cool outside, so you should wear a jacket. ( Hava serin, bu yüzden ceket giysen iyi olur.) | |||||
608) cooperation; (isim) | |||||
ortaklık, işbirliği, dayanışma , beraberlik | |||||
Thank you for your cooperation. (İşbirliğiniz için teşekkür ederiz.) | |||||
609) cop; (isim, fiil) | |||||
i.; polis f.; yakalamak, tutuklamak | |||||
Somebody call the cop. (Biri polisi arasın.) | |||||
610) cope; (fiil) | |||||
başa çıkmak, üstesinden gelmek, uğraşmak | |||||
I am tired of coping with the stresses of the job. (İşin stresiyle uğraşmaktan yoruldum.) | |||||
611)copy; (fiil, isim) | |||||
f.; kopyalamak, taklit etmek, çoğaltmak i.; kopya , nüsha, suret | |||||
I will send you a copy of article. (Sana makalenin bir kopyasını göndereceğim.) | |||||
612) core; (isim, fiil) | |||||
i.; çekirdek, öz, esas, göbek (etli meyvelerde) f.; çekirdeğini çıkarmak | |||||
It is thought that the earth’s core is very hot. (Dünya’nın çekirdeğinin çok sıcak olduğu düşünülüyor.) | |||||
613) corn; (isim, fiil) | |||||
i.; mısır, darı, tahıl tanesi f.; salamura etmek, tuzlamak | |||||
I fed chickens with corns. (Tavukları tahıl taneleriyle besledim.) | |||||
614) corner; (isim, fiil) | |||||
i.; köşe, dönemeç f.; köşe oluşturmak, köşeye sıkıştırmak, viraj almak | |||||
There is a strange man right on the corner. (Hemen köşede garip bir adam var.) | |||||
615)corporate; (sıfat, isim) | |||||
s.; kurumsal, tüzel, birleşik, şirkete ait i.; şirket | |||||
Being organized is among our corporate strategies. (Planlı olmak kurumsal stratejilerimiz arasında.) | |||||
616) corporation; (isim) | |||||
kurum, şirket, ortaklık | |||||
The number of multinational corporations is increasing. (Çokuluslu şirketlerin sayısı artıyor.) | |||||
617) correct; (fiil, sıfat) | |||||
f.; doğrulamak, düzeltmek s.; doğru , dürüst | |||||
Find the correct answer. (Doğru cevabı bulunuz.) | |||||
618) correspondent; (isim, sıfat) | |||||
i.; yazışma yapan kimse, muhabir s.; yazışan, karşılıklı | |||||
She work on CNN as correspondant. ( CNN’de muhabir olarak çalışıyor.) | |||||
619) cost; (fiil, isim) | |||||
f.; mal olmak , para etmek i.; ücret, fiyat ,maliyet, masraf , bedel | |||||
The total cost of the project is 5000 dollars. (Bu projenin toplam maliyeti 5000 dolar.) | |||||
620) cotton; (sıfat, fiil, isim) | |||||
s.; pamuk, pamuklu f.; anlaşmak, uzlaşmak i.; pamuklu kumaş , pamuk | |||||
This blanket is 100% cotton. (Bu battaniye %100 pamukludur.) | |||||
621) couch; (isim, fiil) | |||||
i.; sedir, divan , kanepe f.; nakışlamak, yatmak, | |||||
The cat is sleeping on the couch. (Kedi, kanepenin üstünde uyuyor.) | |||||
622) could; (fiil) | |||||
ebilmek , yapabilmek (can) , -abilirdi , -ebilirdi | |||||
Sorry, I couldn’t hear you. (Afedersin seni duyamadım.) | |||||
623) council; (isim) | |||||
kurul, meclis, konsey,komisyon, kurultay | |||||
The district council meets once a week. (Bölge meclisi haftada bir toplanır.) | |||||
624) counselor; (isim) | |||||
avukat, danışman, rehber, müşavir | |||||
You should talk to a family counselor. (Bir aile danışmanı ile konuşmalısın.) | |||||
625) count; (fiil, isim) | |||||
f.; saymak , hesaba katmak, i.; sayı, sayma, tane | |||||
Begin to count from zero. (Sıfırdan saymaya başla.) | |||||
626) counter; ( isim, fiil) | |||||
i.; sayaç, sayıcı ,tezgah, mutfak tezgahı f.; karşılık vermek | |||||
I asked the girl behind the counter how much money were the red shoes. (Tezgahın arkasındaki kıza kırmızı ayakkabıların kaç para olduğunu sordum.) | |||||
627) country; (isim, sıfat) | |||||
ülke, memleket,vatan s.; kırsal, taşraya ait | |||||
He fought for his country. (O, vatanı için savaştı.) | |||||
628) county; (isim) | |||||
ilçe, eyalet, il, vilayet | |||||
The old couple is living a small county. (Yaşlı çift küçük bir ilçede yaşıyor.) | |||||
629) couple; (fiil, isim) | |||||
f.; çiftleştirmek, eşleştirmek, birleşmek i.; çift, eş | |||||
The couple was married in 1989. (Bu çift, 1989 yılında evlendi.) | |||||
630) courage; (isim) | |||||
cesaret, yüreklilik, cüret | |||||
The eagle is the symbol of courage. (Kartal, cesaretin sembolüdür.) | |||||
631) course; (isim, fiil) | |||||
i.; kurs, rota, güzergah f.; av peşinden koşmak, kovalamak | |||||
She takes French course for three months. (Üç aydır Fransızca kursu alıyor.) | |||||
632) court; (isim, fiil) | |||||
i.; mahkeme, tenis kortu f.; kur yapmak, dalkavukluk yapmak | |||||
The case was brought to court. (Dava mahkemeye taşındı.) | |||||
633) cousin; (isim) | |||||
kuzen | |||||
I am going to meet my cousin after course. (Kurstan sonra kuzenimle buluşacağım.) | |||||
634) cover; (fiil, isim) | |||||
f.; kaplamak , üstünü kapatmak , örtmek i.; kapak, kılıf, örtü | |||||
Much of the country is covered by the desert. (Ülkenin çoğu kısmı çöl ile kaplı.) | |||||
635) coverage; (isim) | |||||
kapsam, yayın alanı, olay kaydı | |||||
This magazine has an extensive coverage from fashion to health topics. (Bu dergi, modadan sağlık konularına kadar geniş bir kapsama sahip.) | |||||
636) cow; (isim, fiil) | |||||
i.; inek, f.; korkutmak, sindirmek | |||||
They have cows in the farm. (Çiftlikte inekleri var.) | |||||
637) crack; (fiil, isim) | |||||
f.; çatlatmak, kırmak, şifreyi çözmek i.; çatırtı, çatlak | |||||
Crack an egg into the bowl. (Kaseye bir yumurta kırın.) | |||||
638) craft; (isim, fiil) | |||||
i.; zanaat,sanat, beceri, meslek, teknik eleman f.; ustalıkla işlemek | |||||
He learned craft from his master. (Ustasından zanaat öğrendi.) | |||||
639) crash; (fiil, isim) | |||||
f.; kırılmak , çarpmak i.; çatırtı,kırılma, kaza | |||||
There was a car crash on the highway. (Otobanda kaza vardı.) | |||||
640) crazy; (sıfat) | |||||
çılgın, deli , kaçık | |||||
What a crazy idea! (Ne kadar çılgın bir fikir!) | |||||
641) cream; (isim, fiil) | |||||
i.; kaymak, krema, krem f.; kaymak tutmak, krem sürmek | |||||
Would you like some cream in your coffee? (Kahvende biraz krema ister misin?) | |||||
642) create; (fiil) | |||||
oluşturmak, yaratmak, meydana gelmek , vücuda getirmek | |||||
The company is trying to create a reliable image. (Şirket, güvenilir bir imaj yaratmak istiyor.) | |||||
643) creation; (isim) | |||||
yaratma, yaratılış, yaratım, kreasyon, | |||||
The creation of the world is discribed in religous sources. (Dünyanın yaratılışı dini kaynaklarda tasvir edilir.) | |||||
644) creative; (sıfat) | |||||
yaratıcı, kreatif | |||||
We need a creative team to write an advertising copy. (Bir reklam metni yazmak için yaratıcı bir ekibe ihtiyacımız var.) | |||||
645) creature; (isim) | |||||
yaratık, varlık, mahluk | |||||
The movie’s characters are consist of fantastic creatures. (Filmin karakterli fantastik yaratıklardan oluşuyor) | |||||
646) credit; (isim, fiil) | |||||
i.; kredi, övgü, beğeni f.; kredi vermek, güvenmek, inanmak | |||||
We got credit to buy this house. (Bu evi satın alabilmek için kredi aldık.) | |||||
647) crew; (isim) | |||||
ekip, tayfa, mürettebat, takım | |||||
The crew was died on the plane crash. (Mürettebat, uçak kazasında hayatını kaybetti.) | |||||
648)crime; (isim, fiil) | |||||
i.; suç, sabıka, kabahat f.; cezalandırmak | |||||
Human rights violation is a crime. (İnsan haklarının ihlali bir suçtur.) | |||||
649) criminal; (isim, sıfat) | |||||
i.; suçlu , sabıkalı s.; suçlu, suç oluşturan | |||||
The police caught the criminal. (Polis, suçluyu yakaladı.) | |||||
650) crisis; (isim) | |||||
kriz, bunalım | |||||
The economic crisis in 1929 affected the whole world negatively. (1929’daki ekonomik kriz tüm dünyayı olumsuz etkiledi.) | |||||
651) criteria; (isim) | |||||
kriterler, ölçütler | |||||
What criteria are used for assessing a canditate’s ability? (Bir adayın yeteneklerini ölçmek için hangi kriterler kullanılıyor?) | |||||
652) critic; (isim) | |||||
eleştirmen, kritik | |||||
The literary critics didn’t like the book.( Edebiyat eleştirmenleri kitabı beğenmedi.) | |||||
653) critical; (sıfat) | |||||
kritik, hassas, yerici, eleştirel | |||||
Your decisions are critical for the future of your children. (Sizin kararlarınız çocuklarınızın geleceği içik kritiktir.) | |||||
654) criticism; (isim) | |||||
eleştiri, kritik, tenkit | |||||
People should be open to criticism. (İnsanlar eleştiriye açık olmalı.) | |||||
655) criticize; (fiil) | |||||
eleştirmek, kritik yapmak, tenkit etmek | |||||
Some people don’t like to be criticized. (Bazı insanlar eleştirilmeyi sevmez.) | |||||
656) crop; (isim, fiil) | |||||
i.; ekin, hasat, mahsul f.; ürün vermek, biçmek, kesmek | |||||
Wheat is an important crop for our country. (Buğday, ğlkemiz için önemli bir mahsuldür.) | |||||
657) cross; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.; karşıya geçmek, kesiştirmek, kesişmek, çarpı koymak i.; çarpı, haç, çarmıh s.; çapraz,zıt | |||||
Put a cross if the answer is wrong. (Eğer cevap yanlışsa çarpı koy.) | |||||
658) crowd; (isim, fiil) | |||||
i.; kalabalık, yığın, sürü f.; doldurmak, kalabalık etmek | |||||
She looked for her daughter in the crowd. (Kalabalıkta kızını aradı.) | |||||
659) crucial; (sıfat) | |||||
çok önemli, elzem , kritik | |||||
Teachers play a crucial role in the education of the children.(Öğretmenler, çocukların eğitiminde çok önemli bir rol oynar. | |||||
660) cry; (fiil, isim) | |||||
f.; ağlamak, çıığlık atmak, bağırmak, yalvarma i.; ağlama, bağırma , yalvarma | |||||
She cried after the exam. (Sınavdan sonra ağladı.) | |||||
661) cultural; (sıfat) | |||||
kültürel | |||||
Every ethnic group has its own cultural values. (Her etnik grubun kendine özgü kültürel değerleri vardır.) | |||||
662)culture; (isim) | |||||
kültür, medeniyet | |||||
Eastern culture has a rooted history. (Doğu kültürünün köklü bir tarihi vardır.) | |||||
663) cup; (isim, fiil) | |||||
i.; fincan, kupa, çanak f.; şişe çekmek, hacamat yapmak | |||||
Can I have a cup a coffee? (Bir fincan kahve alabilir miyim?) | |||||
664) curious; (sıfat) | |||||
meraklı, ilgili, tuhaf, ilginç | |||||
He is very curious about chemistry. (Kimya bilimine çok meraklı.) | |||||
665) current; (isim, sıfat) | |||||
i.; akım, akarsu debisi s.; güncel, aktüel, şimdiki | |||||
Current news from Russia made everyone sad. (Rusya’dan gelen güncel haberler herkesi üzdü.) | |||||
666) currently; (zarf) | |||||
bugünlerde, halihazırda, şu anda | |||||
She is currently traveling a lot. (Bugünlerde çok seyehat ediyor.) | |||||
667) curriculum; (isim) | |||||
müfredat, öğretim programı | |||||
The Ministry of Education has changed the curriculum. (Eğitim Bakanlığı müfredatı değiştirdi.) | |||||
668) custom; (isim) | |||||
örf, adet, gelenek, görenek, töre | |||||
Their wedding ceremony was organized according to their cutoms. (Düğün törenleri, gelenek ve göreneklerine göre düzenlenmişti.) | |||||
669) customer; (isim) | |||||
müşteri, alıcı | |||||
The customer had a little discussion with the sales lady. (Müşteri, tezgahtar bayanla küçük bir tartışma yaşadı.) | |||||
670) cut; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.; kesmek, doğramak i.; kesik,kesme, şekil, biçim, indirim s.; kesilmiş, indirilmiş | |||||
She cuts her own hair. (Saçını kendisi keser.) | |||||
671) cycle; (isim, fiil) | |||||
i.; dönme, devir, tur, çevrim f.; bisiklet sürmek, pedal çevirmek | |||||
We are going to cycle in the forest tomorrow. (Yarın ormanda bisiklet süreceğiz.) | |||||
D | |||||
672) dad; (isim) | |||||
baba, babacığım | |||||
Dad, do you allow me to go out? (Babacığım, dışarı çıkmama izin verir misin?) | |||||
673) daily; (sıfat, isim) | |||||
s.; günlük, güncel, gündelik i.; günlük gazete, gündelikçi | |||||
He likes to read daily newspapers. (Günlük gazeteleri okumayı sever.) | |||||
674) damage; (fiil, isim) | |||||
f.; zarar vermek, hasar vermek, zedelemek i.; zarar, hasar | |||||
It seems that this will cause serious damage to the country’s economy. (Bu, ülke ekonomisine ciddi zarar verecek gibi görünüyor.) | |||||
675) dance; (fiil, isim) | |||||
f.; dans etmek, oynamak i.; dans, oyun | |||||
Would you like to dance with me? ( Benimle dans etmek ister misiniz?) | |||||
676) danger; (isim) | |||||
tehlike, risk | |||||
Polarbears are in danger because of the melting of the glaciers. (Kutupayıları, buzulların erimesi nedeniyle tehlike altında.) | |||||
677) dangerous; (sıfat) | |||||
tehlikeli, riskli | |||||
Bungee-jumping is a dangerous sport. (Bungee jumping tehlikeli bir spordur.) | |||||
678) dare; (isim, fiil) | |||||
i.; cesaret, yiğitlik f.; cesaret etmek, meydan okumak | |||||
How dare you talk to me like that? (Benimle bu şekilde konuşmaya nasıl cesaret edersin?) | |||||
679) dark; (isim, sıfat) | |||||
i.; karanlık, koyu renk s.; koyu, kara, belirsiz, esrarengiz | |||||
It is dark outside, you can’t go now. (Dışarısı karanlık, şimdi gidemezsin) | |||||
680) darkness; (isim) | |||||
karanlık, belirsizlik, gizlilik | |||||
The sun goes down and the dark falls. (Güneş batıyor ve karanlık çöküyor.) | |||||
681) data; (isim) | |||||
veri, girdi, bilgi | |||||
This data was collected from 55 countries. (Bu veri 55 ülkeden toplandı.) | |||||
682) date; (fiil, isim) | |||||
f.; randevuya çıkmak , flört etmek i.; tarih, randevu , flört edilen kişi | |||||
He is dating with a girl who is three years younger than himself. (Kendinden üç yaş küçük bir kızla çıkıyor.) | |||||
683) daughter; (isim) | |||||
kız evlat | |||||
She loves her daughter more than anything. (Kızını her şeyden çok sever.) | |||||
684) day; (isim) | |||||
gün, gündüz, dönem | |||||
I will see see you another day. (Başka bir gün görüşürüz.) | |||||
685) dead; (sıfat) | |||||
ölü, cansız, sönük | |||||
Her dead body laid on the bad. (Ölü bedeni yatağın üzerinde serili duruyordu.) | |||||
686) deal; (fiil, isim) | |||||
f.; ilgilenmek, iş yapmak i.; anlaşma | |||||
I have a lot of work to deal with. (İlgilenmem gereken çok iş var.) | |||||
687)dealer; (isim) | |||||
satıcı, dağıtıcı, bayi, iskambilde kağıtları dağıtan , | |||||
He is an antique dealer. (O bir antika satıcısı.) | |||||
688) dear; (isim, sıfat) | |||||
i.; sevgili, sevilen kimse s.; değerli, sayın, kıymetli, pahalı | |||||
Dear Sarah, I am writing you after a long time. (Sevgili Sarah, sana uzun bir süreden sonra yazıyorum.) | |||||
689) death; (isim) | |||||
ölüm, vefat ,ölü | |||||
The death of her mother deeply affected her. (Annesinin ölümü onu derinden etkiledi.) | |||||
690) debate; (fiil, isim) | |||||
f.; tartışmak, münakaşa etmek , çekişmek i.; tartışma, fikir çatışması, müzakere | |||||
We should debate this issue at the meeting. (Bu meseleyi toplantıda tartışmalıyız.) | |||||
691) debt; (isim) | |||||
borç, verecek | |||||
He left the country without paying his debts. (Borçlarını ödemeden ülkeden ayrıldı.) | |||||
692) decade; (isim) | |||||
onluk, on yıl | |||||
The contract is renewed every decade. (Sözleşme her on yılda bir yenileniyor.) | |||||
693) decide;(fiil) | |||||
karar vermek, kararlaştırmak, hükme bağlamak | |||||
She decided to live in England after her graduation. (Mezun olduktan sonra İngiltere’de yaşamaya karar verdi.) | |||||
694) decision; (isim) | |||||
karar, irade, yargı | |||||
I respect your decisions. (Kararlarına saygı duyuyorum.) | |||||
695) deck; (isim, fiil) | |||||
i.; güverte, deste, üst kısım f.; süslemek, bezemek | |||||
Jack was the only person on the deck at that night. ( Jack o gece güvertedeki tek kişiydi.) | |||||
696) declare;( fiil) | |||||
beyan etmek, ilan etmek, bildirmek, açıklamak | |||||
Russia declared war on USA. (Rusya ABD’ye savaş açtı.) | |||||
697) decline; (fiil, isim) | |||||
f.; geri çevirmek, reddetmek , alçalmak i.; gerileme, alçalma, düşüş | |||||
The number of the foreign tourists to Turkey declined by 5% last year. (Türkiye’ye gelen yabancı turist sayısı %5 azaldı.) | |||||
698) decrease; (fiil, isim) | |||||
f.; azaltmak, azalmak, düşüş göstermek, inişe geçmek i.; azalma, eksilme, düşüş | |||||
The number of the students decreased from 400 to 360 this year. (Bu yıl öğrenci sayısı 400’den 360’a düştü.) | |||||
699) deep; (sıfat, zarf) | |||||
s.; derin, dalgın, boğuk (ses için) , koyu (renk için) zf.; içten | |||||
The little cat fell into a deep pit. (Küçük kedin derin bir çukurun içine düştü.) | |||||
700) deeply; (zarf) | |||||
içten, derinlemesine, derinden | |||||
Breath deeply to relax. (Rahatlamak için derin nefes al.) | |||||
701) deer; (isim) | |||||
geyik | |||||
Most male deer have antlers. (Çoğu erkek geyiğin çatal boynuzu vardır.) | |||||
702) defeat; (fiil, isim) | |||||
f.; mağlup etmek, yenmek i.; yenilgi,mağlubiyet, bozgun | |||||
The army was defeated in one hour. (Ordu bir saat içersinde mağlup edildi.) | |||||
703) defend; (fiil) | |||||
savunmak, müdafaa etmek, korumak | |||||
Politicians defend themselves well. (Politikacılar kendilerini iyi savunurlar.) | |||||
704)defendant; (isim) | |||||
sanık, davalı | |||||
The person who is accused of commiting a crime is called defendant. (Suç işlemekle itham edilen kişiye sanık denir.) | |||||
705) defense; (isim) | |||||
savunma, defans oyuncusu | |||||
He is a defense player in the football team. (Futbol takımında defans oyuncusu.) | |||||
706) defensive; (sıfat) | |||||
koruyan, koruyucu, savunma amaçlı, defansif | |||||
It is an example of defensive war. (Bu, bir savunma savaşı örneğidir.) | |||||
707) deficit; (isim) | |||||
kasa açığı, açık hesap | |||||
They are working hard to make up for the deficit. (Açığı telafi etmek için çok çalışıyorlar.) | |||||
708)define; (fiil) | |||||
tanımlamak, tarif etmek, açıklamak | |||||
Some terms are diffucult to define. (Bazı terimleri tanımlamak zordur.) | |||||
709) definitely; (zarf) | |||||
kesinlikle, tamamen, kuşkusuz | |||||
I definitely remember what you said on the phone. (Telefonda ne dediğini kesinlikle hatırlıyorum.) | |||||
710) definition; (isim) | |||||
tanım, tarif, açıklama | |||||
The definition of beauty has no certain limits. (Güzellik tanımının kesin sınırları yoktur.) | |||||
711) degree; (isim) | |||||
derece, rütbe | |||||
He was graduated from university with a degree. (Üniversiteden derece ile mezun oldu.) | |||||
712) delay; (fiil, isim) | |||||
f.; ertelemek, gecikmek i.; erteleme, gecikme | |||||
We are sorry for the delay. (Gecikme için özür dileriz.) | |||||
713)deliver; (fiil) | |||||
teslim etmek, dağıtmak | |||||
The postman delivered the letters to the houses. (Postacı, mektupları evlere dağıtı.) | |||||
714) delivery; (isim) | |||||
dağıtım, teslim, sevkiyat | |||||
The cargo company has not postal delivery on Sundays. (Kargo şirketinin paar günleri posta dağıtımı yok.) | |||||
715) demand; (fiil, isim) | |||||
f.; talep etmek , istemek i.; talep, istek, rağbet | |||||
She demanded for higher pay from her boss. (Patronun daha yüksek ücret talep etti.) | |||||
716) democracy; (isim) | |||||
demokrasi | |||||
Turkey is ruled by democracy. (Türkiye demokrasi ile yönetilir.) | |||||
717) Democrat; (isim) | |||||
demokrat, halkçı | |||||
Democrats are against Republican’s ideas. ( Demokratlar, Cumhuriyetçiler’in görüşlerine karşılar.) | |||||
718) democratic; (sıfat) | |||||
demokratik | |||||
Crime rates are relatively less in democratic societies. (Demokratik toplumlarda suç oranı nispeten daha azdır.) | |||||
719) demonstrate; (fiil) | |||||
göstermek, gösteri yapmak, ispat etmek | |||||
I will demonstrate how it works. (Size bunun nasıl çalıştığını göstereceğim.) | |||||
720) demonstration; (isim) | |||||
gösteri, gösterim, ispat | |||||
She went on a demonstration to support human rights. (İnsan haklarını desteklemek üzere bir gösteriye katıldı.) | |||||
721) deny; (fiil) | |||||
reddetmek, inkar etmek | |||||
He denies attempting to murder his friend. (Arkadaşını öldürme girişiminde bulunduğunu inkar etti.) | |||||
722)department; (isim) | |||||
departman, daire, bölüm, şube | |||||
The police department has received new personnel. (Polis departmanı yeni personel aldı.) | |||||
723) depend; (fiil) | |||||
bağlı olmak,bel bağlamak, güvenmek | |||||
I don’t know when I can get there. It depends on the traffic. (Oraya ne zaman varırım bilmiyorum. Trafiğe bağlı.) | |||||
724) dependent; (isim, sıfat) | |||||
i.; bağımlı kimse s.; bağımlı, muhtaç | |||||
A child’s development is dependent on family and many other factors. (Bir çocuğun gelişimi ailesi ve diğer birçok faktöre bağlıdır.) | |||||
725) depending; (isim, zarf) | |||||
i.; güveniş zf.; bağlı olarak | |||||
Depending on others is an indicate of the lack self-confident. (Başkalarına bağlılık özgüven eksikliğinin bir göstergesidir.) | |||||
726) depict; (fiil, isim) | |||||
f.; tasvir etmek, betimlemek, anlatmak, göstermek i.; tasvir, tanımlama | |||||
Can you depict the house in your dream? (Hayalindeki evi tasvir eder misin?) | |||||
727) depression; (isim) | |||||
bunalım, depresyon, durgunluk | |||||
He fell into depression after fired. (İşten kovulduktan sonra depresyona girdi.) | |||||
728) depth; (isim) | |||||
derinlik, derin yer | |||||
The depth of the pool is about 3 metres. (Havuzun derinliği yaklaşık 3 metre.) | |||||
729) deputy; (isim) | |||||
millet vekili, delege | |||||
He was appointed as deputy from İzmir. (İzmir’den delege olarak atandı.) | |||||
730) derive; (fiil) | |||||
türemek, -den elde etmek, kaynaklanmak, çıkarmak | |||||
The new cream is derived from pine tree. (Yeni çıkan krem çam ağacından elde ediliyor.) | |||||
731) describe; (fiil) | |||||
tanımlamak, ifade etmek | |||||
The woman was described as short and aged about 30 . (Kadın kısa boylu ve 30 yaşlarında olarak tanımlandı.) | |||||
732) description; (isim) | |||||
tasvir,tanım, betimleme, tanımlama | |||||
The mental pain is beyond description. (Zihinsel acı tanımın ötesindedir.) | |||||
733) desert; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.; terk etmek i.; çöl, bozkır, yaban s.; ıssız, çorak | |||||
The Sahara is the largest hot desert in the world. (Sahra, dünyadaki en büyük sıcak çöldür.) | |||||
734) deserve; (fiil) | |||||
hak etmek, layık olmak | |||||
She deserved a holiday this year. (Bu yıl tatili hak etti.) | |||||
735) design; (fiil, isim) | |||||
f.; dizayn etmek , tasarlamak, düzenlemek i.; tasarım, dizayn, plan | |||||
She designed the garden of the summer house. (Yazlık evin bahçesini dizayn etti.) | |||||
736) designer; (isim) | |||||
tasarımcı, modacı | |||||
She is a well known and talented fashion designer. (Tanınmış ve yetenekli bir moda tasarımcısıdır.) | |||||
737) desire; (fiil, isim) | |||||
f.; arzu etmek, istemek, heveslenmek i.; arzu, istek, şevk | |||||
He has a desire for power and money. (Güç ve parayı arzuluyor.) | |||||
738) desk; (isim) | |||||
okul sırası , masa , kürsü, şube, büro | |||||
The student fell asleep on the desk. (öğrenci, sıranın üstünde uyuyakalmış.) | |||||
739) desperate; (sıfat) | |||||
çaresiz, umutsuz, ümitsiz | |||||
He is desperate about his future and career. (Geleceği ve kariyeri konusunda ümitsiz.) | |||||
740) despite; (isim, edat) | |||||
i.; kin, nefret ed.; rağmen, -e karşın | |||||
Despite studying hard, he couldn’t pass the exam. (Çok çalışmasına karşın sınavı geçemedi.) | |||||
741) destroy; ( fiil) | |||||
imha etmek, ortadan kaldırmak , mahvetmek, harap etmek | |||||
You have destroyed my hopes. (Hayallerimi mahvettin.) | |||||
742) destruction; (isim) | |||||
yıkım, imha, tahrip etme,harap etme , mahvetme | |||||
The destruction of the rainforests causes danger for animal species. (Yağmur ormanlarının tahrip edilmesi hayvan türleri için tehlike oluşturuyor.) | |||||
743) detail; (isim, fiil) | |||||
i.; ayrıntı, detay f.; detaylandırmak, ayrıntılı olarak anlatmak | |||||
We can examine the small details later. (Küçük detayları daha sonra inceleriz.) | |||||
744) detailed; (sıfat) | |||||
detaylı, ayrıntılı, etraflı | |||||
He gave me the detailed analysis of the report. (Raporun detaylı analizini verdi.) | |||||
745) detect; (fiil) | |||||
saptamak, belirlemek, keşfetmek, belirlemek | |||||
This test can help to detect the disease early. (Bu test, hastalığın erken saptanmasına yardımcı olabilir.) | |||||
746) determine; (fiil) | |||||
kararlaştırmak, karar vermek, belirlemek | |||||
Your goals determine your future. (Hedefleriniz geleceğinizi belirler.) | |||||
747) develop; (fiil) | |||||
geliştirmek, gelişmek, ilerlemek | |||||
Our main aim is to develop country’s economy. (Esas amacımız ülke ekonomisini geliştirmektir.) | |||||
748) developing; (sıfat) | |||||
gelişen, gelişmekte olan | |||||
Developing countries still have a lot of economic problems. (Gelişmekte olan ülkelerin hala birçok ekonomik sorunu var.) | |||||
749) development; (isim) | |||||
gelişim, ilerleme, büyüme, gelişme | |||||
China gained a quick development in technology. (Çin, teknoloji alanında hızlı bir gelişme gösterdi.) | |||||
750) device; (isim) | |||||
aygıt, cihaz, alet, edevat | |||||
This device is designed to ease daily life activities. (Bu alet günlük hayatta yaptığımız aktiviteleri kolaylaştırmak için tasarlanmıştır. | |||||
751) devote; (fiil) | |||||
adamak,kedini vermek | |||||
He devoted himself to care of destitute children. (Kendini kimsesiz çocukların bakımına adadı.) | |||||
752) dialogue; (isim) | |||||
diyalog, karşılıklı konuşma | |||||
This story consists of dialogues. (Bu öykü diyaloglardan oluşuyor.) | |||||
753) die; (fiil, isim) | |||||
ölmek, can vermek, vefat etmek, kıkırdamak i.; oyun zarı , damga | |||||
Her mother died suddenly last week. (Annesi geçen hafta aniden vefat etti.) | |||||
754) diet; (isim, fiil) | |||||
i.; diyet, rejim, perhiz f.;diyet yapmak , rejim yapmak | |||||
If you don’t go off your diet, you can lose weight. (Diyetini bozmazsan 7kilo verebilirsin.) | |||||
755) differ; ((fiil) | |||||
farklı düşünmek, aynı fikirde olmamak, değişiklik götermek | |||||
I have to differ with you on this issue. (Bu konuda seninle aynı fikirde değilim.) | |||||
756) difference; (isim) | |||||
fark, ayrılık | |||||
Differences make the world more beautiful. (Farklılıklar dünyayı daha güzel yapar.) | |||||
757) different; (sıfat) | |||||
farklı, değişik , başka türlü | |||||
She goes different places for holidays. (Tatillerde farklı yerlere gider.) | |||||
758) differently; (zarf) | |||||
farklı olarak, başka biçimde | |||||
Men and women behave differently. (Erkekler ve kadınlar farklı biçimlerde hareket ederler.) | |||||
759) difficult; (sıfat) | |||||
zor, zahmetli | |||||
It is difficult to understand his thoughts. (onun düşüncelerini anlamak zordur.) | |||||
760) difficulty; (noun) | |||||
zorluk | |||||
She has difficulty in learning. (Öğrenme zorluğu yaşıyor.) | |||||
761) dig; (fiil) | |||||
kazmak, bellemek | |||||
They dug in the garden to find gold. (Bahçeyi altın bulmak için kazdılar.) | |||||
762) digital; (sıfat) | |||||
dijital, sayısal | |||||
This digital clock is much better. (Bu dijital saat çok daha iyi.) | |||||
763) dimension; (isim) | |||||
boyut, çap, ölçü,hacim | |||||
Being a mother added a new dimension to her life. (Anne olmak, hayatına farklı bir boyut kattı.) | |||||
764) dining; (isim, sıfat) | |||||
i.; yemek s.; yemek, yemekli | |||||
The chairs in the dining room are made of wood. (Yemek odasındaki sandalyedeler ahşaptan yapılmış.) | |||||
765) dinner; (isim) | |||||
akşam yemeği | |||||
We invited Tom and Sue for dinner. (Akşam yemeğine Tom ve Sue’yu davet ettik) | |||||
766) direct; (fiil, sıfat) | |||||
f.; yöneltmek, doğrultmak s.; direkt, doğrudan | |||||
There are no direct flights to Beijing from here. (Buradan Pekin’e direkt uçuş yok.) | |||||
767)direction;(isim) | |||||
yön, yönerge, doğrultu | |||||
We are moving on the same direction. (Aynı yönde ilerliyoruz.) | |||||
768) directly; (zarf) | |||||
doğrudan, direkt | |||||
He drove directly to home after work. (İşten sonra doğrudan eve gitti.) | |||||
769) director; (isim) | |||||
müdür, yönetici, yönetmen | |||||
I want to talk to the director of the company. (Şirketin müdürü ile konuşmak istiyorum.) | |||||
770) dirt; (isim) | |||||
kir, pislik, leke | |||||
Clean the dirt of that car. (Şu arabanın kirini temizleyin.) | |||||
771) dirty; (fiil, sıfat) | |||||
f.; kirtletmek, pisletmek s.; kirli, pis, terbiyesiz, müstehcen | |||||
She touched her hair with dirty hands. (Pis elleriyle saçlarına dokundu.) | |||||
772)disability; (isim) | |||||
sakatlık, engellilik , özürlülük | |||||
She has had physical disability since she was five. (Beş yaşından bu yana fiziksel engelli.) | |||||
773) disagree; (fiil) | |||||
aynı fikirde olmamak, katılmamak | |||||
He disagrees with his father on most points. (Çoğu noktada babasıyla aynı fikirde olmaz.) | |||||
774) disappear; (fiil) | |||||
gözden kaybolmak, aniden yok olmak , ortadan kaybolmak | |||||
The child suddenly disappered on the station. (Çocuk, istasyonda birden gözden kayboldu.) | |||||
775) disaster; (isim) | |||||
felaket, afet | |||||
Earthquake is a natural disaster. (Deprem doğal bir afettir.) | |||||
776) discipline; (isim, fiil) | |||||
i.; discipline, otorite f.;disiplin sağlamak , terbiye etmek | |||||
The army has reputation for strict discipline. (Ordu, sıkı disipliniyle meşhurdur.) | |||||
777) discourse; (isim,fiil) | |||||
i.; söylem , söylev, nutuk f.; konuşmak, söylev vermek | |||||
His discourse on gender equality got reaction. (Cinsiyet eşitliği üzerine olan söylemi tepki çekti.) | |||||
778) discover; (fiil) | |||||
keşfetmek, bulmak , ortaya çıkarmak | |||||
Kristof Colomb discovered America in 1492. (Kristof Kolomb, 1942 yılında Amerika’yı keşfetti.) | |||||
779) discovery; (isim) | |||||
keşif, buluş, ortaya çıkarma | |||||
Discovery of plague vaccine was a great scientific development. (Veba aşısının buluşu büyük bir bilimsel ilerlemeydi.) | |||||
780) discrimination; (isim) | |||||
ayrım, ayrımcılık | |||||
She fought against sexual discrimination. (Cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadele etti.) | |||||
781) discuss;(fiil) | |||||
tartışmak, ele almak | |||||
We can’ discuss family issues in front of people. (Aile meselelerimi insanların önünde tartışamayız.) | |||||
782) discussion; (isim) | |||||
tartışma, görüşme | |||||
Discussions are still taking place between two delegates. (İkİ temsilci arasında görüşmeler devam ediyor.) | |||||
783) disease; (isim) | |||||
hastalık, rahatsızlık | |||||
Doctors investigating whether the disease is contagious. (Doktorlar hastalığın bulaşıcı olup olmadığını araştırıyor.) | |||||
784) dish; .(isim) | |||||
tabak, yemek | |||||
I don’t like eating vegetarian dish. ( Vejeteryan yemeği yemeyi sevmem.) | |||||
785) dismiss; (fiil) | |||||
kovmak , işten çıkarmak | |||||
She claims that she was unfairly dismissed from her job. (İşinden haksız yere kovulmuş olduğunu iddia ediyor.) | |||||
786) disorder; (isim) | |||||
karışıklık, bozukluk,rahatsızlık, düzensizlik | |||||
She is suffering from eating disorder. (Yeme bozukluğu çekiyor.) | |||||
787) display; (fiil, isim) | |||||
f.; görüntülemek, ekrana getirmek, sergilemek i.; görüntü, gösterim, ekran, teşhir | |||||
Local artists is going to display their works in this place. (Yerli sanatçılar eserlerini burada sergileyecekler.) | |||||
789) dispute; (fiil, isim) | |||||
f.; tartışmak , münakaşa etmek i.; tartışma,çekişme, anlaşmazlık, | |||||
The two countries still dispute about the borders. (iki ülke, sınırlar konusunda hala tartışma halinde.) | |||||
790) distance; (isim) | |||||
mesafe, uzaklık, ara | |||||
In the US, distance is measured in miles. (ABD’de, mesafe mil olarak ölçülür.) | |||||
791) distant; (sıfat) | |||||
uzak, soğuk, samimiyetsiz | |||||
Uncle Jack is a distant relative of my mother. (Jack amca annemin uzak akrabası.) | |||||
792) distinct; (sıfat) | |||||
belirgin, bariz, belli | |||||
She has a distinct French accent. (Belirgin bir Fransız aksanı var.) | |||||
793) distinction; (isim) | |||||
ayırt etme, fark | |||||
The distinction between dizygotic twins is clear. (Çift yumurta ikizleri arasındaki fark belirgindir.) | |||||
794) distinguish; (fiil) | |||||
ayırt etmek, fark etmek , ayrı tutmak | |||||
Sometimes children can not distinguish between right and wrong. (Çocuklar bazen doğru ve yanlışı ayırt edemezler.) | |||||
795) distribute; (fiil) | |||||
dağıtmak, teslim etmek | |||||
The red crescent distributed food to the earthquake victims. (Kızılay, depremzedelere yiyecek dağıttı.) | |||||
796) distribution; (isim) | |||||
dağıtım, dağılım, teslim | |||||
The map shows the distribution of plant species across the world. (Harita, bitki türlerinin dünya üzerindeki dağılımını gösteriyor.) | |||||
797) district; (isim) | |||||
ilçe, bölge, mahalle, semt | |||||
It is not allowed to drive fast in the school district. (Okul bölgesinde hızlı araba kullanmak yasaktır.) | |||||
798) diverse; (sıfat) | |||||
çeşitli, türlü | |||||
I met people from diverse cultures. (Çeşitli kültürlerden insanlarla tanıştım.) | |||||
799) diversity; (isim) | |||||
çeşitlilik, farklılık | |||||
She made a presentation about biological diversity in the rainforests. (Yağmur ormanlarındaki biyolojik çeşitlilik hakkında bir sunum yaptı.) | |||||
800) divide; (fiil) | |||||
bölmek, ayırmak, paylaştırmak | |||||
The river divide the city into two parts. (Nehir, şehri iki kısıma bölüyor.) | |||||
801) division; (isim) | |||||
bölme, bölünme | |||||
Mitosis is a type of cell division. (Mitoz, bir hücre bölünmesi çeşididir.) | |||||
802) divorce; (isim, fiil) | |||||
i.; boşanma, ayrılma f.; boşanmak, ayrılmak | |||||
Their marriage ended in divorce last week. (Evlilikleri geçen hafta boşanma ile sonlandı.) | |||||
803) DNA; (isim) | |||||
dna (deoksiribonükleikasit) | |||||
DNA carries genetic information. (DNA, genetik bilgi taşır.) | |||||
804)do; (fiil) | |||||
yapmak, etmek | |||||
There is nothing we can do about it. (Bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yok.) | |||||
805) doctor;( isim) | |||||
doktor, hekim | |||||
He studied for six years to become a doctor. (Doktor olabilmek için altı yıl okudu.) | |||||
806) document; (isim) | |||||
doküman, belge | |||||
Save the document before closing the program. (Programı kapatmadan önce belgeyi bilgisayara kaydet. ) | |||||
807) dog; (isim) | |||||
köpek, it | |||||
The dog is yelping outside. (Köpek dışarıda acı acı havlıyor.) | |||||
808) domestic; (sıfat) | |||||
iç, evcil, yerli, yurtiçi, ailevi | |||||
He is an expert in foreign affairs. (O, dış ilişkiler uzmanı.) | |||||
809) dominant; (sıfat, isim) | |||||
s.; baskın, egemen, dominant i.; baskın karakter | |||||
Our firm has achieved a dominant position in the world market. (Firmamız dünya piyasasında egemen bir posizyon edindi.) | |||||
810) dominate; ( fiil) | |||||
hükmetmek, egemen olmak, ağır basmak | |||||
He tried to dominate the conversation. (Konuşmaya egemen olmaya çalıştı.) | |||||
811) door; (isim) | |||||
kapı, eşik | |||||
Close the door, please. (Kapıyı kapatın lütfen.) | |||||
812) double ; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.; ikiye katlamak i.; çift, dublör s.; çift, duble | |||||
I would like a double room. (Çift kişilik bir oda rica ediyorum.) | |||||
813) doubt; (isim, fiil) | |||||
i.; şüphe, kuşku f.; şüphelenmek, kuşkulanmak | |||||
I always doubt her words. (Onun sözlerinden hep şüphelenirim.) | |||||
814)down; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.; aşağı indirmek, devirmek i.;ince tüy, kuş tüyü, bunalım s.; keyifsiz, bezgin | |||||
He jumped down off the sofa. (Divandan aşağı zıpladı.) | |||||
815) downtown; (isim, sıfat, zarf) | |||||
i.; şehir merkezi s.; şehir merkezindeki zf.; şehir mekezine doğru | |||||
She works in a store in downtown. (Şehir merkezinde bir mağazada çalışıyor.) | |||||
816) dozen; (isim, sıfat) | |||||
i.; düzine, çok sayı s.; on iki adet | |||||
Can I have two dozen eggs. (İki düzine yumurta alabilir miyim?) | |||||
817) draft; ( isim, fiil) | |||||
i.; taslak, çizim f.; tasarlamak, plan çizmek | |||||
The legislation is still in draft form. (Mevzuat hala taslak halinde.) | |||||
818) drag; ( fiil) | |||||
çekmek, sürüklemek | |||||
I dragged her from her bed. (Onu yatağından sürükledim.) | |||||
819) drama; (isim) | |||||
drama, dram, piyes | |||||
I studied English drama at college. (Üniversitede İngiliz draması okudum.) | |||||
820) dramatic; (sıfat) | |||||
dramatik, etkileyici | |||||
Don’t be so dramatic. (Bu kadar dramatik olma.) | |||||
821) dramatically; (zarf) | |||||
dramatik olarak, önemli ölçüde | |||||
Prices have fallen dramatically. (Fiyatlar önemli ölçüde düştü.) | |||||
822) draw; (isim, fiil) | |||||
i.; çekme , çekim f.; çekmek, çizmek, para çekmek | |||||
She drew the picture of her house. (Evinin resmini çizdi.) | |||||
823) drawing; (isim) | |||||
çekme, çizim, tasarı, kroki | |||||
I am not very good at drawing. (Çizimde pek iyi değilimdir.) | |||||
824) dream; (fiil, isim) | |||||
f.; rüya görmek, düşlemek, hayal kurmak i.; rüya, düş, hayal | |||||
I thought I was lost, but it was just a dream. (Kaybolduğumu sandım ancak sadece rüyaydı.) | |||||
825) dress; (fiil, isim) | |||||
f.; giyinmek i.; elbise, giysi | |||||
I bought a pink dress for my friend’s wedding. (Arkadaşımın düğünü için pembe bir elbise aldım.) | |||||
826) drink; (isim, fiil) | |||||
i.; içki f.; içmek | |||||
Would you like to drink some tea? (Biraz çay içmek ister misin?) | |||||
827) drive; (fiil, isim) | |||||
f.; araba sürmek , yönlendirmek i.; sürme, dürtü | |||||
Shall we drive or take a taxi? (Arabayla mı gidelim yoksa taksi mi tutalım?) | |||||
828) driver; (isim) | |||||
şoför, sürücü, makinist, etmen | |||||
Do you have a driver’s license? (Sürücü belgen var mı?) | |||||
829) drop; (fiil, isim) | |||||
f.; düşmek , indirmek i.; damla, düşüş, düşme | |||||
Be careful! Don’ drop the glasses. (Dikkatli ol! Bardakları düşürme.) | |||||
830) drug; (isim, fiil) | |||||
i.; ilaç, uyuşturucu madde , hap f.; ilaç vermek, uyuşturmak | |||||
He was a drug addict, he couldn’t stop using them. (O, uyuşturucu madde bağımlısıydı, onları kullanmayı bırakamadı.) | |||||
831) dry; (fiil, sıfat) | |||||
f.; kurutmak, kurulamak, kurumak s.; kuru, yavan | |||||
Is my t-shirt dry yet? (Tişörtüm kurumuş mu?) | |||||
832) due; (sıfat, isim) | |||||
s.; vadesi dolmuş i.; süre, son tarih, sona erme | |||||
The due date of homework is Monday. (Ödevin son teslim tarihi Pazartesi.) | |||||
833) during; (edat) | |||||
süresince, boyunca, esnasında | |||||
I met him everyday during my stay in Paris. (Paris’te kaldığım süre boyunca her gün onunla görüştüm.) | |||||
834) dust; (isim, fiil) | |||||
i.; toz f.; fırçalamak, toz almak | |||||
The workers wear masks to avoid dust. (İşçiler tozdan korunmak için maske takıyorlar.) | |||||
835) duty; (isim) | |||||
görev, vazife, ödev | |||||
It is our duty to serve the public. (Halka hizmet etmek bizim görevimiz.) | |||||
E | |||||
836) each; (zamir, sıfat) | |||||
zm.; her birisi s.; her, her bir | |||||
Each answer is worth 10 points. (Her bir cevap 10 puan değerinde.) | |||||
837) eager; (isim, sıfat) | |||||
s.; istekli, hevesli, gayretli i.; arzu | |||||
Everyone in the class seem eager to learn. (Sınıftaki herkes öğrenmeye hevesli görünüyor.) | |||||
838) ear; (isim) | |||||
kulak, başak | |||||
The elephant in the zoo had big ears. (Hayvanat bahçesindeki filin büyük kulakları vardı.) | |||||
839) early; ( sıfat, zarf) | |||||
s.; erken, ilkel, çabuk zf.; erkenden | |||||
She woke up early this morning. (Bu sabah erkenden uyandı.) | |||||
840) earn; (fiil) | |||||
para kazanmak, kazanmak, eline geçmek | |||||
She earns $500 a week. (Haftada 500 dolar kazanıyor.) | |||||
841) earnings; (isim) | |||||
kazanç, gelir | |||||
He saves his earnings in a bank. (Kazancını bir bankada biriktiriyor.) | |||||
842) earth; (isim) | |||||
yeryüzü , dünya, toprak | |||||
The earth revolves around the sun. (Dünya , güneşin etrafında döner.) | |||||
843) ease; (fiil, isim) | |||||
f.; hafiftletmek, rahatlatmak , kolaylaştırmak i.; rahatlık, kolaylık | |||||
I passed the exam with ease. (Sınavı kolaylıkla geçtim.) | |||||
844) easily; (zarf) | |||||
rahatlıkla, kolayca | |||||
He’s easily distracted. (Kolayca dikkati dağılıyor.) | |||||
845) east; (isim) | |||||
doğu, şark | |||||
The relations between East and West is tense nowadays. (Bugünlerde doğu ve batı arasındaki ilişkiler gergin.) | |||||
846) eastern; (sıfat) | |||||
doğu, doğuya ait, doğuyla ilgili | |||||
Bulgaria is in eastern Europe. (Bulgaristan doğu Avrupada’dır.) | |||||
847) easy; (sıfat) | |||||
kolay, basit, rahat, sakin | |||||
It is easy for you to tell, cause you don’t understand me. (Senin için söylemesi kolay çünkü beni anlamıyorsun) | |||||
848) eat; (fiil) | |||||
yemek, yemek yemek | |||||
I don’t eat red meat. (Kırmızı et yemem.) | |||||
849) economic; (sıfat) | |||||
ekonomik, hesaplı, idareli | |||||
Economic growth has increased by 5% compared to last year. (Ekonomik büyüme geçen yıla göre %5 oranında arttı.) | |||||
850) economics; (isim) | |||||
ekonomi, iktisat, ülke ekonomisi | |||||
She studied economics in METU. (ODTÜ’de iktisat okudu.) | |||||
851) economist; (isim) | |||||
ekonomist, iktisatçı | |||||
He planning to be an economist finishing university. (Üniversiteyi bitirdikten sonra ekonomist olmayı planlıyor.) | |||||
852) economy; (isim) | |||||
ekonomi, iktisat | |||||
National economy have difficult days due to crisis. (Ülke ekonomisi, kriz nedeniyle zor günler geçiriyor.) | |||||
853) edge; (isim) | |||||
kenar, uç, köşe | |||||
He was sitting on the edge of a cliff. (Uçurumun kenarında oturuyordu.) | |||||
854) edition; (isim) | |||||
yayın, basım, yayım | |||||
This is the third edition of her novel. (Bu, onun romanının üçüncü basımı.) | |||||
855) editor; (isim) | |||||
editör, düzenleyici, yayımcı | |||||
She is the editor of the Washington Post. (O, Washington Post’un editörü.) | |||||
856) educate; (fiil) | |||||
eğitmek, öğretmek | |||||
Children need to be educated well. (çocuklar iyi eğitilmelidirler.) | |||||
857) educational; (sıfat) | |||||
eğitsel, eğitici, öğretici | |||||
Watching documentary is something educational. (Belgesel seyretmek eğitici bir şeydir.) | |||||
858) educator; (isim) | |||||
eğitmen, eğitici | |||||
He is a very wise educator. (Oi çok bilgili bir eğitmendir.) | |||||
859) effect; (isim,fiil) | |||||
i.; etki f.; etkilemek, sonuca vardırmak | |||||
The spring has a refreshing effect on human body. (İlkbahar, insan vücudunda canlandırıcı bir etkiye sahiptir.) | |||||
860) effective; (sıfat) | |||||
etkileyici, etkili, tesirli | |||||
This new drug is very effective against cancer. (Bu yeni ilaç kansere karşı çok etkili.) | |||||
861) effectively; (zarf) | |||||
etkin olarak, etkili bir şekilde | |||||
I dealt with the situation effectively. (Konuyla etkin olarak ilgilendim.) | |||||
862) efficiency; (isim) | |||||
etkililik, verimlilik, verim | |||||
Efficiency is an important factor in business. (Verimlilik, iş dünyasında önemli bir etkendir.) | |||||
863) efficient; (sıfat) | |||||
etkili, verimli, etkin | |||||
The efficiet use of energy was the topic of meeting. (Toplantının konusu verimli enerji kullanımıydı.) | |||||
864) effort; (isim) | |||||
gayret, çaba, emek | |||||
Climbing to the mountain requires a great effort. (Dağa tırmanmak büyük gayret ister.) | |||||
865) egg; (isim) | |||||
yumurta | |||||
She eats three eggs a week. (Haftada üç yumurta yer.) | |||||
866) eight; (isim) | |||||
sekiz | |||||
There were only eight students in the class. (Sınıfta yalnızca sekiz öğrenci vardı.) | |||||
867) either; (sıfat, zamir, bağlaç) | |||||
s.; her iki, herhangi biri zm.; ikisinden biri bağ.; ya, ya da | |||||
You can park either side of the road. (Yolun her iki tarafına da parkedebilirsin) | |||||
868) elderly; (sıfat) | |||||
yaşlı, yaşça büyük | |||||
You should show respect to elderly people. (Yaşça büyük olan insanlara saygı duymalısın.) | |||||
869) elect; (fiil) | |||||
seçmek, atamak | |||||
He was elected as the 40th president of the USA. (ABD’nin 40. başkanı olarak seçildi.) | |||||
870) election; (isim) | |||||
seçim | |||||
He won the election by a large majority. (Oy çokluğu ile seçimi kazandı.) | |||||
871) electric; (sıfat) | |||||
elektrik, elektrikli | |||||
The electric will be off tomorrow. (Yarın elektrik kesilecek.) | |||||
872) electricity; (isim) | |||||
elektrik, cereyan | |||||
I can’t imagine a life without electricity. (Elektriksiz bir hayat düşünemiyorum.) | |||||
873) electronic; (sıfat) | |||||
elektronik | |||||
You must be careful when using the electonic devices. (Elektronik aletleri kullanırken dikkatli olmalısın.) | |||||
874) element; (isim) | |||||
eleman, element, unsur, öğe | |||||
Hydrogen is a chemical element. (Hidrojen kimyasal bir elementtir.) | |||||
875) elementary; (sıfat) | |||||
basit, başlangıç, temel | |||||
This book is for elementary students. (Bu kitap başlangıç öğrencileri için.) | |||||
876) eliminate; (fiil) | |||||
elemek, atmak, elimine etmek, saf dışı bırakmak | |||||
This mixture eliminates toxins from the body. (Bu karışım, toksinleri vücuttan atıyor.) | |||||
877) elite; (isim, sıfat) | |||||
i.; elit tabaka, seçkin kişiler s.; elit, seçkin | |||||
In poor countries, only the elite can afford an education for their children. (Yoksul ülkelerde, yalnızca elit tabaka çocuklarına eğitim aldırabiliyor.) | |||||
878) else; (sıfat, bağlaç) | |||||
s.; başka bağ.; ayrıca, ilaveten, yoksa | |||||
Don’t you have anything else to say? ( Söyleyecek başka bir şeyin yok mu?) | |||||
879) elsewhere; (zarf) | |||||
başka yerde, başka yere | |||||
I don’like this place. Let’ go elsewhere. (Burayı sevmedim. Başka yere gidelim.) | |||||
880) e-mail; (isim) | |||||
e-posta, elektronik posta | |||||
I sent you a message by e mail. (Sana e-posta ile mesaj gönderdim.) | |||||
881) embrace; (fiil) | |||||
kucaklamak, sarılmak, sarmak, sahiplenmek | |||||
She embraced her sister warmly. (Kardeşini sevgi dolu bir biçimde kucakladı.) | |||||
882) emerge; (fiil) | |||||
ortaya çıkmak, yüzeye çıkmak , belirmek | |||||
She finally emerged from the sea. (Sonunda denizden çıktı.) | |||||
883) emergency; (isim) | |||||
acil durum, kriz, tehlike | |||||
The government has declared a state of emergency. (Hükümet acil durum ilan etti.) | |||||
884) emission; (isim) | |||||
emisyon, yayma, salım, dışarı verme | |||||
The emission of carbon dioxide into the atmosphere is a big danger for earth. (Karbondioksidin atmosfere salınımı dünya için büyük bir tehlike.) | |||||
885) emotion; (isim) | |||||
duygu, his | |||||
She can control her emotions. (O, duygularını kontrol edebilir.) | |||||
886) emotional; (sıfat) | |||||
duygusal, hassas, duygulu | |||||
Family is important for a child’s emotional develepment. (Aile, bir çocuğun duygusal gelişimi için önemlidir.) | |||||
887) emphasis; (isim) | |||||
vurgu, vurgulama, önem | |||||
The emphasis in this sentence is on the adverb. (Bu cümlede vurgu zarfın üstünde.) | |||||
888) emphasize; (fii) | |||||
vurgulamak, önemini belirtmek, üzerinde durmak | |||||
I want to emphasize this point particularly. (Bu konuyu özellikle vurgulamak istiyorum.) | |||||
889) employ; (fiil) | |||||
işe almak, istihdam etmek, iş vermek, çalıştırmak | |||||
How many people does the company employ? (Şirket kaç kişi işe alıyor?) | |||||
890) employee; (isim) | |||||
işçi, eleman, personel , hizmetli | |||||
The factory has over 300 employees. (Fabrika’da 300’ün üzerinde işçi çalışıyor) | |||||
891) employer; (isim) | |||||
işveren, patron | |||||
The employer refused the demand of salary raise. (Patron, zam talebini reddetti.) | |||||
892) employment; (isim) | |||||
iş sağlama, istihdam, işe alma çalıştırma | |||||
The government is aiming at full employment. (Hükümet, tam istihdamı hedefliyor.) | |||||
893) empty; (sıfat, fiil) | |||||
s.; boş f.; boşaltmak, akıtmak, dökmek | |||||
This glass is half empty. (Bu bardağın yarısı boş.) | |||||
894) enable; (fiil) | |||||
sağlamak, olanak tanımak, fırsat sunmak | |||||
Insulin enables the body to store sugar. (İnsülin vücudun şeker depolamasını sağlar.) | |||||
895) encounter; (fiil, isim) | |||||
f.; rastlamak, karşılaşmak i.; rastlantı, karşılaşma | |||||
We encountered many difficulties during our trip. (Yolculuğumuz boyunca bir çok zorlukla karşılaştık.) | |||||
896) encourage; (fiil) | |||||
cesaretlendirmek, yüreklendirmek | |||||
The coach encouraged his team to win the match. (Koç, maçı kazanmaları için takımını cesaretlendirdi.) | |||||
897) end; (fiil, isim) | |||||
f.; bitmek, bitirmek, sona ermek i.; son, bitiş | |||||
I cried at the end of the movie. ( Filmin sonunda ağladım.) | |||||
898) enemy; (isim) | |||||
düşman , hasım | |||||
The enemy was forced to retreat. (Düşman geri çekilmeye zorlandı.) | |||||
899) energy; (isim) | |||||
enerji, güç, kuvvet | |||||
She is always full of energy. (Her zaman enerji doludur.) | |||||
900) enforcement; (isim) | |||||
uygulama, yaptırım, icra | |||||
This law may prevent the enforcement of private property rights. (Bu yasa, özel mülkiyet haklarının uygulanmasını engelleyebilir.) | |||||
901) engage; (fiil) | |||||
bir işle meşgul olmak, tutmak, bağlamak, nişanlamak | |||||
She is currently engaged as a consultant. (Şimdi danışman olarak çalışıyor.) | |||||
902) engine; (isim) | |||||
motor, makine | |||||
My car needs a new engine. (Arabama yeni bir motor lazım.) | |||||
903) engineer; (isim) | |||||
mühendis, şantiye temsilcisi, makinist | |||||
He is a chief engineer in a firm. (O, bir firmada baş mühendis.) | |||||
904) engineering; (isim) | |||||
mühendislik, makinistlik | |||||
The bridge is a good example of modern engineering. (Köprü, modern mühendisliğin güzel bir örneği.) | |||||
905) English; (isim) | |||||
ingiliz, ingilizce | |||||
She learned English in America. (O, Amerika’da İngilizce öğrendi.) | |||||
906) enhance; (fiil) | |||||
geliştirmek, artırmak, büyütmek | |||||
This is an opportunity to enhance our company’s repuatation. (Bu, şirketimizin ününü artırmak için bir fırsat.) | |||||
907) enjoy; (fiil) | |||||
zevk almak,keyif almak, keyfini çıkarmak, hoşlanmak, beğenenmek | |||||
Did you enjoy your meal? ( Yemeğinizi beğendiniz mi?) | |||||
908) enormous; (sıfat) | |||||
kocaman, iri, devasa,çok büyük | |||||
The problems we faced were enormous. (Karşılaştığımız problemler çok büyüktü.) | |||||
909) enough; (sıfat, zarf) | |||||
yeterli, yeter, yeteri kadar zf.; yeteri derecede | |||||
We don’t have enough rooms for your group. (Sizin grubunuz için yeteri kadar odamız yok.) | |||||
910) ensure; (fiil) | |||||
sağlama almak, emin olmak, garantilemek , temin etmek | |||||
Please ensure that all lights are switched off. (lütfen tüm ışıkların kapalı olduğundan emin ol.) | |||||
911) enter; (fiil) | |||||
girmek, içeriye girmek, kaydetmek | |||||
He entered the room before he knocked on the door. (Kapıyı çalmadan odaya girdi.) | |||||
912) enterprise; (isim) | |||||
girişim, teşebbüs, yatırım, girişim | |||||
New law promotes raising the public enterprises. (Yeni yasa kamu yatırımlarını artımayı teşvik ediyor.) | |||||
913) entertainment; (isim) | |||||
eğlence, gösteri, davet, alem | |||||
It was typical family entertainment. (Tipik bir aile eğlencesiydi.) | |||||
914) entire; (sıfat) | |||||
bütün, tüm, tam | |||||
The entire village was destroyed by the hurricane. (Bütün köy, kasırga nedeniyle tahrip oldu.) | |||||
915) entirely; (zarf) | |||||
bütünüyle, tamamen, tam olarak | |||||
I entirely agree with you. (Seninle tamamen aynı fikirdeyim.) | |||||
916) entrance; (isim) | |||||
giriş, kapı, giriş yeri | |||||
Meet me at the main etrance. (Benimle ana girişte buluş.) | |||||
917) entry; (isim) | |||||
giriş yeri,giriş, geçit, antre, kapı | |||||
I was surprised by the sudden entry of my mom. (Annemin ani girişiyle şaşırdım.) | |||||
918) environment; (isim) | |||||
çevre, civar, ortam | |||||
We should tell our children to keep the environment clean. ( Çocuklarımıza çevreyi temiz tutmalarını söylemeliyiz.) | |||||
919) environmental; (sıfat) | |||||
çevresel, çevre ile ilgili | |||||
We need to look for new solutions to environmental issues. (Çevresel sorunlara yeni çözümler aramalıyız.) | |||||
920) episode; (isim) | |||||
bölüm, parça , olay | |||||
Did you watch the last episode of the series that I talked about . (Bahsettiğim dizinin son bölümünü izledin mi?) | |||||
921) equal; (sıfat) | |||||
eşit, eş, denk, aynı düzeyde, akran | |||||
Each student has equal opportunities. (Her öğrenci eşit imkanlara sahiptir.) | |||||
922) equally; (zarf) | |||||
eşit olarak, aynı ölçüde | |||||
Diet and exercise are equally important. (Diyet ve egzersiz aynı ölçüde öenmlidir.) | |||||
923) equipment; (isim) | |||||
donanım, ekipman, takım, teçhizat | |||||
The equipment of the tennis is not very expensive. (Tenis ekipmanı çok pahalı değil.) | |||||
924) era; (isim) | |||||
dönem, çağ, devir, asır | |||||
This church belongs to the Victorian era. (Bu kilise Victoria dönemine aittir.) | |||||
925)error; (isim) | |||||
hata, yanlışlık, | |||||
There are many errors in your work. (Yaptığın işte bir çok hata var.) | |||||
926)escape; (isim, fiil) | |||||
i.; kaçış, firar, kaçma f.; kaçmak, sıvışmak, firar etmek | |||||
Three prisoners have escaped from jail. (Hapishaneden iki mahkum kaçtı) | |||||
927) especially; (zarf) | |||||
özellikle | |||||
I cooked it especially for you. (Bunu özellikle senin için pişirdim) | |||||
928) essay; (fiil, isim) | |||||
f.; kalkışmak, denemek i.; deneme, girişim, makale, yazı | |||||
I wrote an essay on the consequences of the First World War. (Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları üzerine bir makale yazdım.) | |||||
929) essential; (sıfat) | |||||
asıl, esaslı, ana, gerekli | |||||
Money is not essential to happiness. (Mutlu olmak için para asıl şey değildir.) | |||||
930) essentially; (zarf) | |||||
aslında, esasen, temelde, özünde | |||||
I am, eseentially, a manager not a teacher. (Ben aslında öğretmen değil, müdürüm.) | |||||
931) establish; (fiil) | |||||
kurmak, oluşturmak, yasa çıkarmak | |||||
The TGNA was established on April 23, 1920. (TBMM 23 Nisan 1920’de kurulmuştur.) | |||||
932) establishment; (isim) | |||||
kuruluş, kurum, müessese, birlik | |||||
This hotel is a well-run establisment. (Bu otel iyi yönetilen bir müessesedir.) | |||||
933) estate; (isim) | |||||
emlak, gayrimenkul, mal mülk, varlık | |||||
His whole estate was left to his son. (Tüm mal varlığı oğluna kaldı.) | |||||
934) estimate; (fiil, isim) | |||||
f.; tahmin etmek, paha biçmek, değer biçmek i.; tahmin, ölçüm, görüş | |||||
Can you give me a rough estimate of wood you will need? (Ne kadar oduna ihtiyacın olacağı konusunda bana kabaca bir tahmin verebilir misin?) | |||||
935) etc; (zarf) | |||||
ve saire, ve benzeri , vs | |||||
We talked about our families, children etc. (Ailemiz, çocuklarımız vs hakkında konuştuk.) | |||||
936) ethics; (isim) | |||||
etik, ahlak kuralları, ahlak bilimi | |||||
She observes the business etchics. (O, iş etiğine uyar.) | |||||
937) ethnic; (isim) | |||||
etnik, ırksal | |||||
Different ethnic groups live in this country. (Bu ülkede farklı etnik gruplar yaşar.) | |||||
938) European; (isim, sıfat) | |||||
i.; avrupalı s.; avrupai, avrupa ile ilgili ve ona özgü | |||||
French and German are among the European languages. (Fransa ve Almanca Avrupa dilleri arasındadır.) | |||||
939) evaluate; (fiil) | |||||
değerlendirmek, ölçmek , değer biçmek | |||||
We need to evaluate the effectiveness of different drugs. (Farklı ilaçların etkilerini değerlendirmeliyiz.) | |||||
940) evaluation; (isim) | |||||
değerlendirme, ölçüm, değer biçme | |||||
I want a complete evalution of this report. (Bu raporun tam bir değerlendirmesini istiyorum.) | |||||
941) even; (sıfat, zarf, fiil) | |||||
s.; eşit, düz zf.; hatta , bile , rağmen f.; düzlemek, düzleştirmek | |||||
I was hot there even in winter. (Kışın bile sıcaktı.) | |||||
942) evening; (sıfat, isim) | |||||
s.; akşam, akşamki i.; akşam , eşitleme | |||||
She likes reading on the long winter evenings. (Uzun kış akşamlarında kitap okumayı sever.) | |||||
943) event; (isim) | |||||
olay,müsabaka, organizasyon, etkinlik | |||||
This tragic event has made us all sad. ( Bu trajik olay hepimizi üzdü.) | |||||
944) eventually; (zarf) | |||||
eninde sonunda, sonuç olarak, nihayetinde | |||||
I’ll meet him eventually. (Onunda eninde sonunda görüşeceğim.) | |||||
945) ever; (zarf) | |||||
şimdiye kadar, herhangi bir zamanda, her zaman, hiç | |||||
Have you ever been in Australia? (Hiç Avustralya’ya gittin mi? | |||||
946) every; (sıfat) | |||||
her, her bir | |||||
Every color has a special meaning. (Her rengin özel bir anlamı vardır.) | |||||
947) everybody; (zamir) | |||||
herkes | |||||
I told everybody about what happened last night. (Dün gece neler olduğunu herkese anlattım.) | |||||
948) everyday; (sıfat) | |||||
her günkü, günlük, olağan | |||||
This dictionary is convenient for everyday use. (Bu sözlük günlük kullanıma uuygundur.) | |||||
949) everyone; (zamir) | |||||
herkes | |||||
Everyone at the meeting agreed with him. ( Toplantıdaki herkes onunla aynı fikirdeydi.) | |||||
950) everything; (zamir) | |||||
her şey | |||||
She is so arrogant that she thinks she knows everything. ( Öylesine kibirli ki her şeyi bildiğini sanıyor.) | |||||
951) everywhere; (zarf) | |||||
her yer, her taraf , her yerde | |||||
He follows me everywhere. (beni her yerde takip ediyor.) | |||||
952) evidence; (isim , fiil) | |||||
kanıt, delil, ispat, şahitlik f.; kanıtlamak, ispatlamak | |||||
The police collected a lot of evidence against him. (Polis, onun aleyhinde birçok kanıt topladı.) | |||||
953) evolution; (isim) | |||||
evrim, değişim, gelişim | |||||
Evolution theory is still a matter of debate. (Evrim teorisi hala bir tartışma konusu.) | |||||
954) evolve; (fiil) | |||||
evrim geçirmek, değişmek, geliştirmek | |||||
Each school must evolve its own way of working. (Her okul kendi çalışma yöntemeni geliştirmeli.) | |||||
955) exact; (sıfat, fiil) | |||||
s.; kesin, tam , kati f.; zorla almak , istemek | |||||
We need to know the exact time the accident occured. (Kazanının gerçekleştiği kesin zamanı bilmemiz gerek.) | |||||
956) exactly; (zarf) | |||||
tam olarak, tamamen, tümüyle | |||||
I know exactly how she reacted. (Nasıl tepki gösterdiğini tümüyle biliyorum) | |||||
957) examination; (isim) | |||||
inceleme, sorgulama,denetlem, muayene, sınav | |||||
Your proposals are still under examination. (Önerileriniz hala inceleme altında.) | |||||
958) examine; (fiil) | |||||
incelemek, muayene etmek,sorgulamak , sınav yapmak | |||||
The doctor examined her but he could not finy anything wrong. (Doktor onu muayene etti fakat ters giden bir şeye rastlamadı.) | |||||
959) example; (isim) | |||||
örnek, numune | |||||
This castle perfect example of medieval architecture. (Bu kale, ortaçağ mimarisinin müthiş bir örneğidir.) | |||||
960) exceed; (fiil) | |||||
aşmak, ileri gitmek, sınırı aşmak | |||||
The total price will not exceed $50. (Toplam fiyat 50 doları geçmeyecek.) | |||||
961) excellent; (sıfat) | |||||
mükemmel, dört dörtlük, muazzam, kusursuz | |||||
She speaks excellent Russian. (Mükemmel Rusça konuşuyor.) | |||||
962) except; (edat, fiil) | |||||
ed.; dışında, hariç f., hariç tutmak, dışında tutmak | |||||
She works everyday except Sunday. (Pazar günü dışında her gün çalışıyor.) | |||||
963) exception; (isim) | |||||
istisna, hariç tutma,, dışarda bırakma | |||||
Most of the buildings are modern, but the mosque is an exception. (Binaların çoğu modern ancak cami bir istisna.) | |||||
964) exchange; (fiil, isim) | |||||
f.; değiştirmek, değiş tokuş yapmak , takas etmek i.; değiş tokuş, döviz | |||||
Our school have an exchange program with a school in Bulgaria. (Okulumuzun, Bulgaristan’daki bir okulla değişim programı var.) | |||||
965) exciting; (sıfat) | |||||
heyecanlı, uyarıcı | |||||
This was the most exciting story I had ever read. (O zamana dek okuduğum en heyecanlı hikayeydi.) | |||||
966) executive; (isim, sıfat) | |||||
i.; yönetici, idareci, yetkili kişi s.; yönetsel, idari, yürütme | |||||
She has an executive position in an advertising agency. (Bir reklam ajansında yönetici pozisyonunda çalışıyor.) | |||||
967) exercise; (fiil, isim) | |||||
f.; egzersiz yapmak, antrenman yapmak, alıştırma yapmak, uygulamak i.; egzersi, alıştırma, uygulama, antrenman | |||||
Swimming is a good exercise. (Yüzmek iyi bir egzersizdir.) | |||||
968) exhibit; (fiil, isim) | |||||
f.; sergilemek , ortaya koymak , göstermek i.; sergi, teşhir | |||||
He exhibited his paintings in an art gallery. (Resimlerini bir sanat galerisinde sergiledi.) | |||||
969) exhibition; (isim) | |||||
sergi, sunma, gösterme, sunma | |||||
Have you seen the Van Gogh exhibition? (Van Gogh sergisini gördün mü?) | |||||
970) exist; (fiil) | |||||
var olmak, yaşamak, mevcut olmak | |||||
Few of these animals still exist in the wild. (Bu hayvanların birkaçı vahşi doğada halen yaşıyor.) | |||||
971)existence; (isim) | |||||
varoluş, yaşam, varlık | |||||
I was unaware of your existence until today.(Bugüne kadar varlığının farkında değildim.) | |||||
972) existing; (sıfat, isim) | |||||
s.; varolan, mevcut, şuanki i.; var olma | |||||
New laws will replace existing legislation. (Mevcut mevzuatın yerine yeni yasalar getirilecek.) | |||||
973) expand; (fiil) | |||||
genişlemek, genişletmek, büyütmek | |||||
Metals expand when they are heated. (Metaller ısıtıldığında genişler.) | |||||
974)expansion; (isim) | |||||
genleşme, genişleme, büyüme | |||||
Economic expansion period is speeding up. (Ekonomik büyüme dönemi hızlanıyor.) | |||||
975) expect; (fiil) | |||||
ümit etmek, ummak, beklemek, zannetmek | |||||
You can’t expect to learn the whole subject in two days. (Tüm konuyu iki gün içinde öğrenmeyi bekleyemezsin.) | |||||
976) expectation; (isim) | |||||
beklenti, olasılık, ümit , umma | |||||
There was an expectation that he would win. (Onun kazancağına dair bir beklenti vardı.) | |||||
977) expense; (isim) | |||||
gider, harcama | |||||
We must keep down expenses. (Giderleri kontrol altına almalıyız.) | |||||
978) expensive; (sıfat) | |||||
pahalı, masraflı | |||||
Meat is very expensive these days. (Bugünlerde et çok pahalı.) | |||||
979) experience; (isim) | |||||
tecrübe, deneyim, deneme | |||||
She has written a book about her experiences abroad. (Yurtdışı deneyimleri üzerine bir kitap yazdı.) | |||||
980) experiment; (isim) | |||||
deney, test, tecrübe, deneyim | |||||
Many people do not like the idea of experiments on animals. (Birçok insan hayvanlar üzerinde deney yapma fikrini sevmiyor.) | |||||
981) expert; (isim) | |||||
uzman, bilirkişi, üstat | |||||
The evidences were analyzed by an expert. (deliller bir uzman tarafından incelendi.) | |||||
982) explain; (fiil) | |||||
açıklamak, izah etmek, ifade etmek | |||||
Can you explain the rules of the game? (Oyunun kurallarını açıklar mısın?) | |||||
983) explanation; (isim) | |||||
açıklama, izah, tanımlama | |||||
She left the meeting without explanation. (Açıklama yapmadan toplantıdan ayrıldı.) | |||||
984) explode; (fiil) | |||||
patlatmak, patlamak, aksini ispatlamak | |||||
Bombs were exploding all around the city. (Şehrin her yanında bombalar patlıyordu.) | |||||
985) explore; (fiil) | |||||
keşfetmek, bulmak | |||||
We can’explore the whole city in three days. (Bütün bir şehri üç gün içerisinde keşfedemeyiz.) | |||||
986) explosion; (isim) | |||||
patlama | |||||
100 people were injured in the gas explosion. (Gaz patlamasında 100 kişi yaralandı.) | |||||
987) expose; (fiil) | |||||
açığa vurmak, sergilemek, maruz bırakmak | |||||
My job as a journalist is to expose the truth. (Benim işim bir gazeteci olarak gerçeği ortaya çıkarmaktır.) | |||||
988) exposure; (isim) | |||||
maruz bırakma, ortaya çıkarma, pozlandırma , ışık düşürme | |||||
Exposure to air pollution is a main environmental threat to human health. (Hava kirliliğine maruz bırakmak insan sağlığını tehdit eden başlıca çevresel tehdittir.) | |||||
989) express; (fiil, sıfat) | |||||
f.; ifade etmek, açıklamak s.; açık, belli, süratli | |||||
The best way of expressing feelings is writing. (Duyguları ifade etmenin en iyi yolu yazmaktır.) | |||||
990) expression; (isim) | |||||
ifade, söylem, tabir | |||||
Freedom of expression is a basic human right. (İfade özgürlüğü temel insan hakkındır.) | |||||
991) extend; (fiil) | |||||
uzatmak, büyütmek, genişletmek | |||||
We are planning to extend the garden. (Bahçeyi genişletmeyi planlıyoruz.) | |||||
992) extension; (isim) | |||||
uzatma, uzantı,genişletme, büyütme, kapsam | |||||
The hospital has a two-storey extension. (Hastanenin iki katlı bir uzantısı var.) | |||||
993) extensive; (sıfat) | |||||
geniş, kapsamlı, büyük | |||||
The fire caused extensive damage. (Yangın geniş hasara yol açtı.) | |||||
994) extent; (isim) | |||||
kapsam, boyut ,uzam, uzantı | |||||
I was amazed at the extent of his knowledge. (Bilgisinin kapsamı karşısında etkilendim.) | |||||
995) external; (sıfat) | |||||
dış, yabancı, harici , dıştan gelen | |||||
Many external influences affect our economy. (Birçok dış etken ekonomimiz üzerinde etkili.) | |||||
996)extra; (sıfat) | |||||
ekstra, ilave, ek | |||||
Do you need extra time to finish your homework? (Ödevini bitirmek için ekstra zamana ihtiyacın var mı?) | |||||
997) extraordinary; (sıfat) | |||||
sıradışı, olağanüstü, olağandışı, nadir | |||||
What an extraordinary achievement! (Ne kadar da olağanüstü bir başarı!) | |||||
998) extreme; (sıfat) | |||||
aşırı, en uç, son derece | |||||
The heat in the desert was extreme. (Çöldeki sıcak aşırıydı.) | |||||
999)extremely; (zarf) | |||||
son derece, aşırı derecede, fazlasıyla | |||||
This matter is extremely important. (Bu konu son derece önemli.) | |||||
1000) eye; (isim) | |||||
göz, bakış, görüş | |||||
Close your eyes. I have a surprise for you. (Gözlerini kapat. Sana bir sürprizim var.) | |||||
1001) fabric; (isim) | |||||
kumaş, bez, dokuma | |||||
We prefer cotton fabric for our products. (Ürünlerimiz için pamuklu kumaş tercih ediyoruz.) | |||||
1001) face; (fiil, isim) | |||||
f.; yüzleşmek, yüz yüze gelmek i.; yüz, surat | |||||
Ther suspect has scar on his face. (Şüphelinin yüzünde bir yara izi var.) | |||||
1002) facility; (isim) | |||||
tesis, imkan, vasıta, | |||||
The facility offers a lot activities for children and adults. (Tesis, çocuklar ve yetişkinler için çok sayıda aktivite sunuyor.) | |||||
1003) fact; (isim) | |||||
vaka, olgu, gerçek, hakikat | |||||
I can’t ignore the fact that you lied to me. (Bana yalan söylediğin gerçeğini görmezden gelemem.) | |||||
1004) factor; (isim) | |||||
faktör, etken, unsur, değişken | |||||
What is the determining factor in this case? (Bu davadaki belirleyici etken nedir.) | |||||
1005) factory; (isim) | |||||
fabrika, atölye | |||||
We ordered new machines for our factory. (Fabrikamız için yeni makineler sipariş ettik.) | |||||
1006) faculty; (isim) | |||||
fakülte, yetenek, güç, yeti | |||||
He won the Faculty of Law in Oxford. (Oxford’da hukuk fakültesini kazandı.) | |||||
1007) fade; (fiil, sıfat) | |||||
f.; solmak, rengi solmak ,boyası atmak s.; soluk | |||||
The sun has faded my black tshirt. (Siyah tişörtüm güneşten soldu.) | |||||
1008) fail; (fiil) | |||||
başarısız olmak, becerememek, yapamak, sınavda kalmak | |||||
She failed to get into college. (O üniversiteyi kazanamadı.) | |||||
1009) failure; (isim) | |||||
hata, arıza, bozukluk, başarısızlık | |||||
All my efforts ended in failure. (Bütün çabalarım başarısızlıkla sonuçlandı.) | |||||
1010) fair; (isim, sıfat) | |||||
i.; fuar, kermes, panayır s.; adil, adaletli | |||||
The employees demand fair wage. (Çalışanlar adil ücret tlep ediyor.) | |||||
1011) fairly; (zarf) | |||||
oldukça, dürüstçe, adil bir şekilde | |||||
I go running fairly regularly. (Oldukça düzenli koşuya çıkarım.) | |||||
1012) faith; (isim) | |||||
iman, inanç, itikat, bağlılık, sadakat | |||||
I lost my faith in your words. (Senin sözlerine olan inancımı kaybettim.) | |||||
1013) fall; (isim, fiil) | |||||
i.; sonbahar, düşüş f.; düşmek , suratı asılmak ,mahvolmak | |||||
With the arrival of September, the leaves began to fall. (Eylülün gelişi ile yapraklar düşmeye başladı.) | |||||
1014) false; (sıfat) | |||||
yanlış, sahte,yapmacık | |||||
Don’t deny that you gave me false information. (Bana yanlış bilgi verdiğini inkar etme.) | |||||
1015) familiar; (sıfat, isim) | |||||
s.; tanıdık, bilinen, aşina i.; yakın dost, arkadaş | |||||
Your face is very familiar to me. (Yüzün bana çok tanıdık geliyor.) | |||||
1016) family; (isim) | |||||
aile, akrabalar, sülale | |||||
I wish you and your family a happy new year. (Size ve ailenize mutlu bir yıl dilerim) | |||||
1017) famous; (sıfat) | |||||
meşhur, ünlü, şöhretli, tanınmış | |||||
He is a famous singer in Germany. (O, Almanya’da meşhur bir şarkıcıdır.) | |||||
1018) fan; (isim, fiil) | |||||
i.; vantilatör, fan, yelpaze, hayran, taraftar f.; serinletmek, havalandırmak | |||||
His fans were wainting in front of the concert hall. (Hayranları konser salonunun önünde bekliyordu.) | |||||
1019) fantasy; (isim) | |||||
fantezi, hayal, düş, kurgu | |||||
Stop living in a fantasy world. (Hayal dünyasında yaşamayı bırak.) | |||||
1020) far; (sıfat) | |||||
uzak, öte, ırak, | |||||
The gas station is not far from here. (Benzin istasyonu buradan uzak değil) | |||||
1021) farm; (isim, fiil) | |||||
i.; çiftlik f.; ekmek, çiftçilik yapmak, yetiştirmek | |||||
They had a big farm in the countryside. (Kırsalda büyük bir çiftlikleri var.) | |||||
1022) farmer; (isim) | |||||
çiftçi, reçber | |||||
When he was retired, he decided to be a farmer. (Emekli olunca çiftçi olmaya karar verdi.) | |||||
1023) fashion; (isim) | |||||
moda, kılık kıyafet | |||||
Jeans are stilll in fashion. (kot pantolonlar hala moda.) | |||||
1024) fast; (sıfat, zarf) | |||||
s.; hızlı, süratli, seri zf.; hızlıca, süratle | |||||
Don’t drive fast on the highway. (Otobanda arabayı hızlı kullanma.) | |||||
1025) fat; (isim, sıfat, fiil) | |||||
i.; yağ s.; şişman, tombul, yağlı f.; şişmanlatmak , besilemek | |||||
You will get fat if you continue to eat so much. (Eğer çok yemeye devam edersen şişmanlayacaksın.) | |||||
1026) fate; (isim) | |||||
yazgı, kader, alın yazısı, gelecek , talih | |||||
Sometimes you can’t control your fate. (Bazen kaderini kontrol edemezsin.) | |||||
1027)father; (isim) | |||||
baba, peder papazlara verilen unvan | |||||
He is a wonderful father to his children. (O, çocuklarına karşı muhteşem bir babadır.) | |||||
1028)fault; (isim) | |||||
kusur, hata, arıza , bozukluk | |||||
It was my fault that we were late. (Geç kalmamız benim hatamdı.) | |||||
1029) favor; (isim, fiil) | |||||
i.; iyilik, lütuf f.; iyilik etmek, lütfetmek | |||||
Could you do me a favor please? (Bana bir iyilik yapar mısın lütfen?) | |||||
1030) favorite; (isim, sıfat) | |||||
i.; favori, en çok sevilen s.; gözde, sevgili, en çok sevilen/beğenilen | |||||
Italian cuisine is my favorite. (İtalyan mutfağı benim favorimdir.) | |||||
1031) fear; (isim, fiil) | |||||
i.; korku , kaygı, endişe f.; korkmak , endişelenmek | |||||
He fears that he has cancer. (Kanser olmaktan korkuyor.) | |||||
1032) feature; (isim) | |||||
ayırt edici özellik, belirleyici nitelik | |||||
Her hair is the most striking feature of her. (Saçları onun en göze çarpan ayırt edici özelliğidir.) | |||||
1033) federal; (sıfat) | |||||
federal, birleşik | |||||
There is a federal state structure in the United States. (ABD’de federal bir devlet yapılanması vardır.) | |||||
1034) fee; (isim) | |||||
ücret, harç, bedel, fiyat | |||||
There is no entrance fee to the museum. (Müzeye giriş ücreti yok.) | |||||
1035) feed; (fiil) | |||||
beslemek, yemlemek ,otlamak | |||||
Have you fed the dog? (Köpeği besledin mi?) | |||||
1036) feel; (fiil) | |||||
hissetmek, sezinlemek, el ile dokunmak | |||||
I felt terrible when I lied to him. (Ona yalan söylediğimde çok kötü hissettim.) | |||||
1037) feeling; (isim) | |||||
duygu, his, hissetme, dokunma | |||||
Being a mother is the best feeling in the world. (Anne olmak dünyadaki en güzel histir.) | |||||
1038) fellow; (isim) | |||||
arkadaş, ortak, dost, yoldaş | |||||
She was loved among her fellows. (Arkadaşları arasında sevilirdi.) | |||||
1039) female; (isim, sıfat) | |||||
i.; dişi, kadın, bayan s.; dişil, kadınlara ait | |||||
One of two candidates must be female. (2 adaydan biri bayan olmalı.) | |||||
1040) fence; (isim, fiil) | |||||
i.; çit, parmaklık, engel f.; çit ile çevirmek , etrafını çevirmek , korumak | |||||
He dyed the fences white and yellow. (Çitleri beyaz ve sarıya boyadı.) | |||||
1041) few; (sıfat) | |||||
az, birkaç | |||||
Very few students speak French. (Çok az öğrenci Fransızca konuşabiliyor.) | |||||
1042) fewer; (sıfat) | |||||
az, daha az | |||||
The number of tourists is fewer than last year. (Bu yıl turist sayısı geçen yıldan daha az.) | |||||
1043) fiber; (isim) | |||||
lif, iplik, elyaf, tel, fiber, kişilik | |||||
Dried fruits are especially high in fibre. (Kuru meyveler özellikle lif açısından zengindir.) | |||||
1044) fiction; (isim) | |||||
düş, kurgu , uydurma, fiksiyon | |||||
The movie is an example of popular fiction. (Film, popüler kurgunun bir örneğidir.) | |||||
1045) field; (isim , fiil) | |||||
i.; saha , alan, tarla f.; sahaya çıkarmak | |||||
We camped in a field near the town. (Kasabanın yakınındaki bir alanda kamp yaptık.) | |||||
1046) fifteen; (isim) | |||||
on beş | |||||
He lost his father when he was fifteen. (15 yaşındayken babasını kaybetti.) | |||||
1047) fifth; (sıfat) | |||||
beşinci | |||||
They organized a party for her fifth birthday. (Onun beşinci yaş günü için parti düzenlediler.) | |||||
1048) fifty; (isim) | |||||
elli | |||||
There were fifty candles on the cake. (Pastanın üzerinde elli adet mum vardı.) | |||||
1049) fight; (isim, fiil) | |||||
i.; dövüş, kavga f.; dövüşmek, kavga etmek | |||||
My little brothers are always fighting. (Küçük kardeşlerim durmadan kavga ediyorlar.) | |||||
1050) fighter; (isim) | |||||
dövüşçü, kavgacı, boksör, avcı uçağı, savaş uçağı | |||||
The jet fighter released its bomb. (Savaş uçağı bombalarını bıraktı.) | |||||
1051) fighting; (isim) | |||||
kavga, dövüş, savaş | |||||
He fought in Cyprus. (O, Kıbrıs’ta savaştı.) | |||||
1052) figure; (isim, fiil) | |||||
i.; şekil, rakam f.; şekillendirmek, resmetmek | |||||
I saw the figure of a lion on his jacket. (Ceketinin üstünde bir aslan figürü gördüm.) | |||||
1052) file; (isim, fiil) | |||||
i.; dosya, klasör f.; dosyalamak, kayda geçirmek | |||||
Put those files on my desk, please. (Şu dosyaları masamın üstüne koy lütfen.) | |||||
1053) fill; (fiil, isim) | |||||
f.; doldurmak, dolgu yapmak i.; doldurma , dolgu, doyumluk | |||||
Fill the bucket with water. (Kovayı suyla doldur.) | |||||
1054) film; (fiil, isim) | |||||
f.; filme çekmek , film yapmak i.;film, ince tabaka | |||||
Hollywood is the leader of the film industry in America.(Hollywood, Amerika’da film endüstrisinin lideridir.) | |||||
1055) final; (isim, sıfat) | |||||
i.; final s.; son, kesin, kati | |||||
I made my final decision. (Kesin kararımı verdim) | |||||
1056) finally; (zarf) | |||||
son olarak, nihayet | |||||
After 8 hours of travelling, we finally arrived there. (8 saat yolculuktan sonra, nihayet varabildik.) | |||||
1057) finance; (fiil, isim) | |||||
f.; finanse etmek, gereken parayı vermek , finansman sağlamak i.finansman, para durumu | |||||
Public expenditures are financed from taxes. (Kamu harcamaları vergilerle finanse ediliyor.) | |||||
1058) financial; (sıfat) | |||||
mali, finansal, parasal | |||||
Tokyo is one of the major financial centres of the world. (Tokyo, dünyanın en önemli finansal merkezlerinden biridir.) | |||||
1059) find; (fiil) | |||||
bulmak, keşfetmek | |||||
She managed to find a solution to the problem. (Bu soruna bir çözüm bulmayı başardı.) | |||||
1060) finding; (isim) | |||||
bulma, buluş, keşif , bulgu | |||||
I had difficulty in finding a new house. (Yeni bir ev bulmakta zorluk çektim.) | |||||
1061) fine; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.; cezalandırmak, para cezası vermek i.; para cezası s.; iyi, hoş , ince | |||||
This town is famous for its fine wines. (Bu kasaba, güzel şaraplarıyla meşhurdur.) | |||||
1062) finger; (isim, fiil) | |||||
i.; parmak f.; parmakla göstermek, parmakla dokunmak | |||||
He cut his finger, while he was chopping the onion (Soğan doğrarken parmağını kesti.) | |||||
1063) finish; (isim, fiil) | |||||
i.; son, bitiş f.; bitirmek,bitmek, sona erdirmek | |||||
I haven’t finished my speaking. Don’t interrupt my word. (Konuşmamı henüz bitirmedim. Sözümü kesme.) | |||||
1064) fire; (fiil, isim) | |||||
f.; ateşlemek, işten atmak i.; ateş, alev, yangın | |||||
A lot of animals died in the forest fire.(Birçok hayvan, orman yangınında öldü.) | |||||
1065) firm; (isim, sıfat, fiil) | |||||
i.; firma, şirket s.; sabit, sıkı, katı, dayanıklı f.; sağlamlaştırmak | |||||
The firm announced that it would raise employees’ salaries. (Firma, çalışanların maaşına zam yapacağını açıkladı.) | |||||
1066) first; (sıfat, zarf) | |||||
s.; ilk, birinci zf.; ilk olarak, önce | |||||
First, we must make a plan. (İlk olarak plan yapmalıyız.) | |||||
1067) fish; (isim, fiil) | |||||
i.; balık f.; balığa çıkmak, balık tutmak | |||||
Fish fat is very useful for the brain development of children. (Balık yağı, çocukların beyin gelişimi için çok faydalıdır.) | |||||
1068) fishing; (isim) | |||||
balık tutma, balıkçılık | |||||
Fishing is a relaxing activity. (Balık tutmak rahatlatıcı bir aktivitedir.) | |||||
1069) fit; (fiil, sıfat) | |||||
f.; uymak , uydurmak, yakışmak s.; uygun, zinde | |||||
These pants don’t fit me. (Bu pantolon bana uymuyor.) | |||||
1070) fitness; (isim) | |||||
formda olma, zindelik , uygunluk, elverişlilik | |||||
He convinced us of his fitness for the task. (Bizi bu göreve uygun olduğuna ikna etti.) | |||||
1071) five; (isim) | |||||
beş | |||||
She has five cats and a dog. (Beş kedisi, bir de köpeği var.) | |||||
1072) fix; (fiil, isim) | |||||
f.; tamir etmek, onarmak, ayarlamak i.; tamir | |||||
Did you fix the radio? (Radyoyu tamir ettin mi?) | |||||
1073) flag; (fiil, isim) | |||||
f.; bayrak çekmek i.; bayrak, flama, sancak | |||||
Turkish flag consists of red and white colours. (Türk bayrağı kırmızı ve beyaz renklerden oluşur.) | |||||
1074) flame; (fiil, isim) | |||||
f.; alevlendirmek, tutuşmak i.; alev, hiddet, şiddet | |||||
The flames were growing. (Alevler büyüyordu.) | |||||
1075) flat; ( isim, sıfat) | |||||
i.; daire, düz yüzey s.; düz, yassı | |||||
People used to think that the earth was flat. (İnsanlar önceden dünyanın düz olduğunu düşünürdü.) | |||||
1076) flavour; (isim,fiil) | |||||
i.; tat, lezzet , tat veren şey f.; lezzet vermek, tatlandırmak | |||||
Pepper gives extra flavour to the sauce. (Biber, sosa ekstra bir lezzet katıyor. ) | |||||
1077) flee; (fiil) | |||||
kaçmak, sıvışmak, aceleyle çıkmak | |||||
He was caught trying to flee the town. (Kasabadan kaçmaya çalışırken yakalandı.) | |||||
1078) flesh; (isim, fiil) | |||||
i.; et , ten, vücut f.;ayrıntılarıyla anlatmak, çiğ etle beslenmek | |||||
Lions are flesh-eating animals. (Aslanlar etle beslenen hayvanlardır.) | |||||
1079) flight; (isim) | |||||
uçuş, kaçma | |||||
Can I cancel my tomorrow flight? (Yarınki uçuşumu iptal edebilir miyim?) | |||||
1080) float; (fiil, isim) | |||||
f.; su üzerinde durmak, batmadan yüzmek i.; can yeleği, duba, yüzen şey | |||||
A bottle was floating in the water. (Bir şişe suyun üstünde yüzüyordu.) | |||||
1081) floor; (fiil, isim) | |||||
f.; yeri kaplamak, döşemek i.; zemin, yer , taban | |||||
The old man lives on the third floor. (Yaşlı adam üçüncü katta yaşıyor.) | |||||
1082) flow; (fiil, isim) | |||||
f.; akmak, dökülmek i.; akış, akım, debi | |||||
I can’t stop the flow of blood. (Kan akışını durduramıyorum.) | |||||
1083) flower; (isim, fiil) | |||||
i.; çiçek , fidan f.; çiçeklenmek, çiçek açmak | |||||
I picked flowers for my mother. (Annem için çiçek topladım.) | |||||
1084) fly; (fiil, isim) | |||||
f.; uçmak ,havalanmak i.; sinek,uçuş | |||||
Storks were flying in the sky as a covey. (Leylekler, gökyüzünde sürü halinde uçuyordu.) | |||||
1085) focus; (fiil, isim) | |||||
f.; odaklanmak, odağı ayarlamak i.; odak, odak noktası | |||||
I want you to focus on your own life. (Kendi hayatına odaklanmanı istiyorum) | |||||
1086) folk; (isim) | |||||
halk, millet, ahali | |||||
How are you folks? (Nasılsınız millet?) | |||||
1087) follow; (fiil) | |||||
izlemek, takip etmek, ardına düşmek | |||||
I think we are being followed. (Sanırım takip ediliyoruz.) | |||||
1088) following; (isim, sıfat) | |||||
i.; taraftarlar, hayran kitlesi, takip etme s.; izleyen, sonra gelen, takip eden | |||||
Answer the following question. (Sonraki soruyu cevapla.) | |||||
1089) food; (isim) | |||||
yiyecek, gıda, besin | |||||
Do you like Chinese food? (Çin yemeklerini sever misin?) | |||||
1090) foot; (isim, fiil) | |||||
i.; ayak, adım f.; yaya yürümek, ödemek | |||||
The man is walking around the street in bare foot. (Adam, sokakta çıplak ayakla dolaşıyor.) | |||||
1091) football; (isim) | |||||
futbol, futbol topu | |||||
He plays in a professional football team. (Profesyonel bir futbol takımında oynuyor.) | |||||
1092) for; (edat) | |||||
için, amacıyla, – den dolayı | |||||
We got a new armchair for the living room. (Oturma odasına yeni koltuk aldık.) | |||||
1093) force; (fiil, isim) | |||||
f.; zorlamak, baskı yapmak, dayatmak i.; güç, zorlama, kuvvet | |||||
They forced him to tell everything he knows. (Bildiği herşeyi anlatması için ona baskı yaptılar.) | |||||
1094) foreign; (sıfat) | |||||
yabancı, harici, yurt dışı | |||||
China has made a rapid progress in foreign trade. (Çin, yurt dışı ticaret konusunda hızlı bir ilerleme kaydetti.) | |||||
1095) forest; (isim, fiil) | |||||
i.; orman, ağaçlık f.; ağaçlandırmak | |||||
He lost in the tropical forest. (Tropikal ormanda kayıp oldu.) | |||||
1096) forever; (zarf) | |||||
sonsuza dek, ebediyen, daima | |||||
I will love you forever. (Seni sonsuza dek seveceğim.) | |||||
1097) forget; (fiil) | |||||
unutmak, aklından çıkmak | |||||
I forget to pay the bills. (Faturaları ödemeyi unuttum) | |||||
1098) form; (fiil, isim) | |||||
f.; biçimlendirmek, şekillendirmek i.; biçim, şekil, vücut | |||||
Leukemia is one of the most common forms of cancer. (Lösemi, kanserin en yaygın biçimlerinden biridir.) | |||||
1099) formal; (sıfat) | |||||
resmi, biçimsel, şekli, düzgün | |||||
Wear your formal dress for tonight. (Bu gece için resmi kıyafetini giy.) | |||||
1100) formation; (isim) | |||||
formasyon, oluşum, biçimlenme, yapım | |||||
This is the formation of a rock. (Bu bir kaya oluşumu.) | |||||
1101) former; (isim, sıfat) | |||||
i.; biçimlendirici s.; önceki, geçen, eski | |||||
The former president made striking statements in his speech. (Eski başkan, konuşmasında çarpıcı açıklamalar yaptı.) | |||||
1102) formula; (isim) | |||||
formül, mama, reçete | |||||
The chemical formula of water is H2O. (Suyun kimyasal formülü H2O’dur.) | |||||
1103) forth; (zarf) | |||||
ileri, diğer, dışarı, dışarıya doğru | |||||
He walked back and forth. (İleri geri yürüdü.) | |||||
1104) fortune; (isim) | |||||
şans, talih, kısmet, gelecek,servet | |||||
He made a great fortune from this job. (Bu işten büyük bir servet elde etti.) | |||||
1105) forward; (sıfat, zarf, fiil) | |||||
s.; ileri, ilerlemiş zf.; ileri doğru f.; sevketmek, yollamak , ilerletmek | |||||
She took one step forward. (Öne doğru bir adım attı.) | |||||
1106) found; (fiil) | |||||
kurmak, temelini atmak, tesis etmek | |||||
Jack founded this textile factory in 1975. (Jack bu tekstil fabrikasıı 1975’te kurdu.) | |||||
1107) foundation; (isim) | |||||
kurum,kuruluş, temel, tesis, esas | |||||
Our foundation has strict rules. (Kurumumuzun katı kuralları vardır.) | |||||
1108) founder; (isim, fiil) | |||||
i.; kurucu f.; gemi batmak , yıkılmak, boşa çıkmak | |||||
Atatürk is the founder of Turkish Republic. (Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.) | |||||
1109) four; (isim) | |||||
dört,, kravat | |||||
She is four years old. (O, dört yaşında.) | |||||
1110) fourth; (sıfat) | |||||
dördüncü, dörtte bir | |||||
He is the fourth son of a Brown family. (o, Brown ailesinin dördüncü oğludur.) | |||||
1111) frame; (isim, fiil) | |||||
i; çerçeve, arka plan f.; çerçevelemek, şekillendirmek, tertip etmek | |||||
I bought a frame for the photo of my parents. (Ebeveynlerimin fotoğrafı için bir çerçeve satın aldım.) | |||||
1112) framework; (isim) | |||||
çerçeve, yapı, bina iskeleti | |||||
We should handle this issue within this framework. (Konuyu bu çerçevede ele almalıyız.) | |||||
1113) free; (sıfat, fiil) | |||||
s.; ücretsiz, bedava, bağımsız, özgür f.; serbest bırakmak, salıvermek | |||||
You can’t offer people to work for free.( İnsanlara ücretsiz çalışmlarını teklif edemezsin) | |||||
1114) freedom; (isim) | |||||
bağımsızlık, özgürlük, hürriyet, istiklal | |||||
Freedom is the best feeling. (Özgürlük en iyi histir.) | |||||
1115) freeze; (fiil, isim) | |||||
f.; donmak, buz tutmak i.; don, donma, soğuk hava | |||||
The puppy was about the freeze outside so I took him in. (Yavru köpek dışarıda donmak üzeriydi o yüzden onu içeri aldım.) | |||||
1116) French; (sıfat, isim) | |||||
s.; fransa ile ilgili, fransızca ile ilgili i.; fransız, fransızca | |||||
She took French lessons from a course. (Bir kurstan Fransızca dersleri aldı.) | |||||
1117) frequency; (isim) | |||||
sıklık, sık sık olma, frekans | |||||
The frequency of car accidents is because of recklessness. (Trafik kazalarının sık sık olmasının sebebi dikkatsizliktir.) | |||||
1118) frequent; (sıfat, fiil) | |||||
s.; sık, devamlı, hızlı f.; sık sık gitmek, dadanmak | |||||
There is a fequent bus service in our city. (Şehrimizde devamlı otobüs hizmeti var.) | |||||
1119) frequently; (zarf) | |||||
sık sık, çoğunlukla , çok kez | |||||
You can find an aswer by checking frequently asked questions. (Sık sorulan soruları kontrol ederek bir cevap bulabilirsin.) | |||||
1120) fresh; (sıfat, isim) | |||||
s.; taze, dinç, körpe, canlı, serin i.; serinlik, körpelik | |||||
The vegatables at the greengrocer are fresh. (Manavdaki sebzeler taze.) | |||||
1121) friend; (isim) | |||||
arkadaş, dost | |||||
Jane is one of my best friends. (Jane benim en iyi arkadaşlarımdan biridir.) | |||||
1122) friendly; (sıfat, zarf) | |||||
s.; arkadaş canlısı, samimi, cana yakın zf.;dostça, arkadaşça | |||||
His manners towards me are very friendly. (Bana olan tavırları çok samimi.) | |||||
1123) friendship; (isim) | |||||
arkadaşlık, dostluk | |||||
May our friendship last forever. (Arkadaşlığımız sonsuza dek sürsün.) | |||||
1124) from;(edat) | |||||
den beri, den | |||||
There is a letter for you from your brother. (Kardeşinden sana bir mektup var.) | |||||
1125) front; (isim, fiil) | |||||
i.; ön, cephe, yüz, ön taraf f.; yönelmek, dönmek | |||||
The front of the bus was damaged. (Otobüsün ön tarafı hasar görmüş.) | |||||
1126) fruit; (isim) | |||||
meyve, yemiş | |||||
I like summer fruits because they are fresh. (Yaz meyvelerini seviyorum çünkü onlar taze.) | |||||
1127) frustration; (isim) | |||||
hüsran, düş kırıklığı, boşuna uğraşma | |||||
The reason of her frustration is her failure. (Hüsranının nedeni başarısızlığıydı.) | |||||
1128) fuel; (isim, fiil) | |||||
i.; yakıt, yakacak, benzin f.; yakıt sağlamak, benzin doldurmak | |||||
Fuel prices has raised dramatically. (Benzin fiyatları büyük ölçüde arttı.) | |||||
1129) full; (sıfat, isim) | |||||
s.; dolu, tam i.; doluluk | |||||
The suitcase is full of her clothes. (Valiz, onun kıyafetleriyle dolu.) | |||||
1130) fully; (zarf) | |||||
tamamen, iyice, tam olarak | |||||
I fully understan your situation. (Senin durumunu tamamen anlıyorum.) | |||||
1131) fun; (isim, fiil) | |||||
i.; eğlence, şaka f.; eğlenmek | |||||
Kids had fun at the birthday party. (Çocuklar doğum günü partisinde eğlendi.) | |||||
1132) function; (isim, fiil) | |||||
i.; işlev, görev, fonksiyon f.; işlevini yerine getirmek, görev yapmak , işlemek | |||||
The function of this machine is to dry the clothes quickly. (Bu makinenin işlevi kıyafetleri kısa sürede kurutmaktır.) | |||||
1133) fund; (isim, fiil) | |||||
i.; fon, sermaye, kaynak, birikim f.; yatırım yapmak, finanse etmek | |||||
Natural disaster fund has helped many disaster victims. (Doğal afet fonu birçok afetzedeye yardımcı oldu.) | |||||
1134) fundamental; (sıfat, isim) | |||||
s.; esas, ana, temel, asıl i.; temel, esas | |||||
Fundemental math education is important for development of intelligence. (Temel matematik eğitimi zeka gelişimi için önemlidir.) | |||||
1135) funding; (isim) | |||||
fonlama, finansman sağlama | |||||
There is a huge funding gap in our company. (Şirketimizde büyük bir fon açığı var.) | |||||
1136) funeral; (isim) | |||||
cenaze, defin, cenaze töre | |||||
People wear black at the funeral. (İnsanlar cenazede siyah giyer.) | |||||
1137) funny; (sıfat) | |||||
komik, gülünç, tuhaf | |||||
The joke that Mike has told us yesterday was very funny. (Mike’ın dün bize anlattığı fıkra çok komikti.) | |||||
1138) furniture; (isim) | |||||
mobilya, ev eşyası | |||||
We renewed the furniture of our summer house. (Yazlığımızın eşyalarını yeniledik.) | |||||
1139) furthermore; (zarf) | |||||
dahası, ayrıca, üstelik | |||||
David is good at dancing, furthermore he can also sing. (David dans etme konusunda iyi ,ayrıca şarkı da söyleyebiliyor.) | |||||
1140) future; (isim, sıfat) | |||||
i.; gelecek, yarın s.; ilerideki, ilerki | |||||
Do you want to talk about your future plans? (Gelecek planların hakkında konuşmak ister misin?) | |||||
G | |||||
1141) gain; (isim, fiil) | |||||
i.; kazanç, kar, kazanım f.; kazanmak, kar etmek, elde etmek | |||||
Our company has gained profit. (Şirketimiz kar elde etti.) | |||||
1142) galaxy; (isim) | |||||
galaksi, gökada | |||||
Our galaxy has many planets. (Galaksimizde birçok gezegen var.) | |||||
1143) gallery; (isim) | |||||
galeri, üst balkon, sergi, geçit, koridor | |||||
I have bought two paintings from the gallery. (Galeriden iki adet tablo aldım.) | |||||
1144) game; (isim) | |||||
oyun, maç, kumar | |||||
They are training hard for the big game. (Büyük antrenman için sıkı antrenman yapıyorlar.) | |||||
1145) gang; (isim, fiil) | |||||
i.; çete, sürü, takım, ekip f.; işbirliği yapmak | |||||
The police has arrested the drug gang. (Polis uyuşturucu çetesini göz altına aldı.) | |||||
1146) gap; (isim) | |||||
boşluk, aralık, fark | |||||
Generation gap is a big problem between parents and their children. (Kuşak farkı ebeveynler ve çocuklar arasında büyük bir problem.) | |||||
1147) garage; (isim, fiil) | |||||
i.; garaj, tamirhane , benzin istasyonu f.; garaja çekmek | |||||
Our garage has place for ten cars. (Garajımızda on araba için yer var.) | |||||
1148) garden; (isim, fiil) | |||||
i.; bahçe, park f.; bahçede çalışmak, bahçe işiyle uğraşmak | |||||
The children are playing in the garden. (Çocuklar, bahçede oynuyorlar.) | |||||
1149) garlic; (isim) | |||||
sarımsak | |||||
I dont love the smell of garlic. (Sarımsak kokusunu sevmiyorum.) | |||||
1150) gas; (isim, fiil) | |||||
i.; benzin, gaz , petrol f.; benzin almak, gazlamak | |||||
Hydrogen and oxygen are both known gases. (Hidrojen ve oksijen ikisi de bilinen gazlardır.) | |||||
1151) gate; (isim) | |||||
kapı, geçit, giriş kapısı | |||||
Use the main gate to leave your belongings. (Eşyalarını bırakmak için ana kapıyı kullan.) | |||||
1152) gather; (fiil) | |||||
toplamak, bir araya getirmek | |||||
A large crowd gathered in the garden. (Büyük bir kalabalık bahçede toplandı.) | |||||
1153) gay; (isim, sıfat) | |||||
i.; gey, eşcinsel, homoseksüel s.; keyifli, hoppa | |||||
You should respect gay people. (Eşcinsel insanlara saygı duymalısın.) | |||||
1154)gaze; (fiil, isim) | |||||
f.; dik dik bakmak, gözünü dikmek i.; dik bakış, gözünü dikme | |||||
He gazed at me for five minutes. (Beş dakika boyunca bana dik dik baktı.) | |||||
1155) gear; (isim, fiil) | |||||
i.; vites, dişli, donanım f.; vites değiştirmek , oturtmak | |||||
Careless use of the car may damage the gear. (Dikkatsiz araba kullanımı dişliye zarar verebilir.) | |||||
1156) gender; (isim) | |||||
cinsiyet, cins | |||||
Gender discrimination is really a big problem. (Cinsiyet ayrımı gerçekten büyük bir sorun.) | |||||
1157) gene; (isim) | |||||
gen | |||||
I can sing well, it is in my genes. (Güzel şarkı söyleyebiliyorum, bu benim genlerimde var.) | |||||
1158) general; (sıfat, isim) | |||||
s.; genel, umumi i.; general, komutan | |||||
The general opinion is that the performance was successful. ( Genel görüş, performansın başarılı olduğu yönünde.) | |||||
1159) generally; (zarf) | |||||
genel olarak | |||||
I don’t generally watch TV. (Genel olarak televizyon izlemem.) | |||||
1160) generate; (fiil) | |||||
üretmek, var etmek, oluşturmak, meydana getirmek | |||||
This power plant generates electricity.(Bu santral elektrik üretiyor.) | |||||
1161) generation; (isim) | |||||
nesil, kuşak, soy , üretme, dünyaya getirme | |||||
The new generation is spending their time with technological devices. (Yeni jenerasyon zamanını teknolojik aletlerle geçiriyor.) | |||||
1162) genetic; (sıfat, isim) | |||||
s.; genetik, kalıtımsal i.; genetik yapı | |||||
Genetic diseases can be foreseen. (Genetik hastalıklar önceden sezilebilir.) | |||||
1163) gentleman; (isim) | |||||
centilmen, beyefendi, soylu erkek | |||||
He is exactly an English gentleman. (O tam bir İngiliz beyefendisi.) | |||||
1164) gently; (zarf) | |||||
kibarca, nazikçe, yavaşça | |||||
He treated me so gently. (Bana çok kibarca davrandı.) | |||||
1165) German; (isim) | |||||
alman, almanca | |||||
I learned German in Berlin. (Berlin’de Almanca öğredim.) | |||||
1166) gesture; (isim, fiil) | |||||
i.; jest, işaret, el kol hareketi f.; jest yapmak, işaret etmek, el kol hareketi yapmak | |||||
Gesture and mimics are important for communication. (Jest ve mimikler iletişim için önemlidir.) | |||||
1167) get; (fiil) | |||||
almak, elde etmek, kazanmak | |||||
Did you get tickets for the concert? (Konser için biletleri aldın mı?) | |||||
1168) ghost; (isim) | |||||
hayalet, hortlak, ruh | |||||
I saw a ghost in my dream. (Rüyamda hayalet gördüm.) | |||||
1169) giant; (sıfat) | |||||
dev gibi, kocaman | |||||
I was so scared when this giant animal was running towards us.(Bu kocaman hayvan bana doğru koşmaya başlayınca korktum.) | |||||
1170) gift; (isim) | |||||
hediye, armağan, ödül, bağış | |||||
I bought this gift from Paris. (Bu hediyeyi Paris’ten aldım.) | |||||
1171) gifted; (sıfat) | |||||
doğuştan yetenekli, kabiliyetli | |||||
Mozart is a very gifted composer. (Mozart çok yetenekli bir besteci.) | |||||
1172) girl; (isim) | |||||
kız | |||||
The girl was sitting alone in the class. (Kız, sınıfta yalnız başına oturuyordu.) | |||||
1173) girlfriend; (isim) | |||||
kız arkadaş | |||||
I have so many girlfriends but one of them is very special to me. (Birçok kız arkadaşım var ama onlardan biri benim için çok özel.) | |||||
1174) give; (fiil) | |||||
vermek , göstermek, getirmek | |||||
She gave a nice watch as present. (Bana hediye olarak güzel bir saat verdi.) | |||||
1175)given; (sıfat) | |||||
verilmiş, bilinen, belirli | |||||
This is the best present that is given to me. (Bu bana verilmiş en iyi hediye.) | |||||
1176) glad; (sıfat) | |||||
memnun, mutlu, hoşnut | |||||
I am glad to see you. (Seni gördüğüme memnun oldum.) | |||||
1177) glance; (fiil, isim) | |||||
f.; göz gezdirmek, bakıvermek i.; bakış, göz atma | |||||
She glanced around the room. (Odaya göz gezdirdi.) | |||||
1178) glass; (isim) | |||||
cam, bardak,ayna | |||||
Don’t put the glass on the edge of the table. (Bardağı masanın kenarına koyma.) | |||||
1179) global; (sıfat) | |||||
global, küresel, dünya çapında, evrensel, tüm dünyayı ilgilendiren | |||||
Our company take a more global approach to the problem. (Şirketimiz, bu soruna daha küresel bir açıdan bakıyor.) | |||||
1180) glove; (isim) | |||||
eldiven | |||||
Wear your glove and hat, it is cold outside. (Eldivenlerini ve şapkanı tak dışarısı soğuk.) | |||||
1181)go; (fiil) | |||||
gitmek, gezinmek, hareket etmek | |||||
She went to see her mother last week. (Geçen hafta annesini görmeye gitt.) | |||||
1182) goal; (isim) | |||||
amaç, hedef, gaye, gol, sayı | |||||
Our main goal must be the preservation of the environment. (Asıl hedefimiz çevrenin korunması olmalıdır.) | |||||
1183) God; | |||||
tanrı, allah | |||||
Oh my God, it is unbelievible. (Aman Tanrım bu inanılmaz.) | |||||
1184) gold; (isim) | |||||
altın | |||||
I liked your gold bracelet. (Altın bileziğini beğendim.) | |||||
1185) golden; (isim, sıfat) | |||||
i.; altın s.; altından, altın sarısı, altın rengi | |||||
Her doll has golden hair. (Oyuncak bebeğinin altın sarısı saçları var.) | |||||
1186) golf; (isim, fiil) | |||||
i.; golf f.; golf oynamak | |||||
We play golf every Sunday. (Her Pazar golf oynarız.) | |||||
1187) good; (sıfat, isim) | |||||
s.; iyi, güzel, hoş i.; iyilik, yarar, fayda | |||||
Sorry, my German is not very good. (Üzgünüm, Almancam çok iyi değil.) | |||||
1188) government; (isim) | |||||
hükümet, devlet, yönetme, yönetim | |||||
The government has announced that the necessary precautions were taken. (Hükümet, gerekli önlemlerin alındığını açıkladı.) | |||||
1189) governor; (isim) | |||||
vali, amir, idareci | |||||
A new governer was assaigned in October. (Ekim ayında yeni bir vali atandı.) | |||||
1190) grab; (fiil, isim) | |||||
f.; yakalamak, tutmak, kapmak i.; kapma, alma | |||||
She grabbed my hand and ran. (Elimi tuttu ve koştu.) | |||||
1191) grade; (fiil, isim) | |||||
f.; derecelendirmek, puanlamak i.; derece, aşama, kademe, düzey | |||||
I got good grades on my exams. (Sınavlarımdan iyi dereceler aldım.) | |||||
1192) gradually; (zarf) | |||||
yavaş yavaş, adım adım, aşama aşama | |||||
I gradually got well.(Yavaş yavaş iyileştim.) | |||||
1193) graduate; (isim, fiil) | |||||
i.; mezun f.; mezun olmak, derece almak | |||||
She graduated from highschool in 1992. (1992 yılında liseden mezun oldu.) | |||||
1194) grain; (isim) | |||||
tane, tahıl, tanecik, çok küçük parça, granül | |||||
Turkey’s grain export has raised. (Türkiye’nin tahıl ihracatı arttı.) | |||||
1195) grand; (sıfat) | |||||
büyük, ihtişamlı, asil | |||||
I was not a very grand mansion. (Çok ihtişamlı bir köşk değildi.) | |||||
1196) grandfather; (isim) | |||||
büyükbaba, dede, cet | |||||
Her grandfather bought her a new bike as present. (Büyükbabası ona hediye olarak yeni bir bisiklet aldı.) | |||||
1197) grandmother; (isim) | |||||
büyükanne, anneanne, babaanne, nine | |||||
Our grandmother is living with us. (Büyükannemiz bizimle yaşıyor.) | |||||
1198) grant; (isim, fiil) | |||||
i.; hibe, bağış, burs f.; hibe etmek, bağışlamak, kabul etmek | |||||
My request was granted. (Ricam kabul edildi.) | |||||
1199) grass; (isim, fiil) | |||||
i.; ot, çim,otlak, çimen, yeşillik f.; otlatmak | |||||
Keep off the grass. (Çimlere basmayınız.) | |||||
1200) grave; (isim, fiil) | |||||
i.; mezar,kabir f.; oymak, kazımak | |||||
There were faded flowers on the grave.(Mezarın üstünde solmuş çiçekler vardı.) | |||||
1201) gray; (isim, sıfat, fiil) | |||||
i.; gri s.; gri, boz f.; ağarmak, kırlaşmak | |||||
We saw a gray bear in the forest. (Ormanda gri bir ayı gördük.) | |||||
1202) great; (sıfat) | |||||
harika, müthiş,mükemmel, büyük, kocaman | |||||
It is a great pleasure for me to be with you. (Sizlerle birlikte olmak benim için büyük bir onur.) | |||||
1203) greatest; (sıfat) | |||||
en büyük, azami | |||||
You did me the greatest favour ever. (Bana şimdiye kadarki en büyük iyiliği yaptın.) | |||||
1204) green; (sıfat, fiil, isim) | |||||
s.; yeşil f.; yeşermek i.; yeşil alan, golf sahası | |||||
He was wearing a green jacket. (Yeşil bir ceket giyiyordu.) | |||||
1205) grocery; (isim) | |||||
market, meyve-sebze dükkanı, bakkallık | |||||
We bought some fruits and vegetables from the grocery. (Marketten biraz meyve ve sebze aldık.) | |||||
1206) ground; ( isim, fiil) | |||||
i.; yer, zemin f.; yere indirmek, karaya oturtmak | |||||
I saw something fall to the ground. (Yere bir şeyim düştüğünü gördüm.) | |||||
1207) group; (isim, fiil) | |||||
i.; grup, öbek, takım f.; gruplandırmak, sınıflandırmak | |||||
A group of girls were playing in the park. (Bir grup kız parkta oyun oynuyordu.) | |||||
1208) grow; (fiil) | |||||
büyümek, gelişmek, yetişmek | |||||
He grew up in a rich family. (Zengin bir ailede büyümüştü.) | |||||
1209) growing; (isim, sıfat) | |||||
i.; büyüme, gelişme s.; büyüyen, gelişen, artan | |||||
There is a growing demand to tobacco products. ( Tütün ürünlerine artan bir talep var.) | |||||
1210) growth; (isim) | |||||
büyüme, gelişme, yetişme | |||||
The policies aim at sustaining economic growth. (Politikalar ekonomik büyümeyi sürdürmeyi amaçlıyor. | |||||
1211) guarantee; (isim, fiil) | |||||
i.; garanti, teminat, güvence f.; garanti altına almak, temin etmek, güvence vermek | |||||
He guaranteed me that it would never happen again. (Bunun bir daha olmayacağına dair bana garanti verdi.) | |||||
1212) guard; (fiil, isim) | |||||
f.;korumak, himaye etmek i.; muhafız, koruma , bekçi, gardiyan | |||||
Three guards are waiting in front of the prison. (Hapishanenin önünde üç gardiyan bekliyor.) | |||||
1213) guess; (isim, fiil) | |||||
i.; tahmin, varsayım f.; tahmin etmek, zannetmek | |||||
I guess you know the answer. (Sanırım cevabı biliyorsun.) | |||||
1214) guest; (isim) | |||||
misafir, konuk | |||||
We arranged room for our guests. (Misafirlerimiz için oda ayarladık.) | |||||
1215) guide; (isim, fiil) | |||||
i.; rehber, kılavuz f.; rehberlik etmek, yol göstermek | |||||
The guide informed us about the ancient city. (Rehber, bizi antik kent hakkında bilgilendirdi.) | |||||
1216) guideline; (isim) | |||||
kılavuz, ilke, prensip | |||||
We have very strict guidelines here. (Burada çok katı prensiplerimiz vardır.) | |||||
1217) guilty; (sıfat) | |||||
suçlu, günahkar | |||||
She felt guilty for behaviours last night. (Dün geceki hareketlerinden dolayı suçlu hissediyor.) | |||||
1218) gun; (isim, fiil) | |||||
i.; silah, tabanca, tüfek f.; vurmak, ateş etmek | |||||
John was killed with a gun. (John, bir tabanca ile öldürüldü.) | |||||
1219) guy; (isim, fiil) | |||||
i.; adam f.; takılmak, alay etmek | |||||
Who is this guy? (Bu adam kim?) | |||||
H | |||||
1220) habit; (isim) | |||||
alışkanlık, huy, tabiat, yaradılış | |||||
You should change your eating habits. (Yeme alışkanlıklarını değiştirmelisin.) | |||||
1221) habitat; (isim) | |||||
ortam, yaşam alanı, doğal ortam, yerleşim ortamı | |||||
The penguins’ natural habitat is antarctic. (Penguenlerin doğal yaşam alanı güney kutbudur.) | |||||
1222) hair; (isim) | |||||
kıl, tüy, saç | |||||
The girl had a long, curly hair. (Kızın, uzun kıvırcık saçları vardı.) | |||||
1223) half; (sıfat) | |||||
yarım, ayrı, buçuk | |||||
One and a half hour will be enough for the exam. (Sınav için bir buçuk saat yeterli olacaktır.) | |||||
1224) hall; (isim) | |||||
büyük salon, hol, bekleme odası | |||||
The queen greeted her guests in the main hole. (Kraliçe, misafirlerini büyük salonda selamladı.) | |||||
1225) hand; (isim, fiil) | |||||
i.; el f.; elle vermek, elden teslim etmek, uzatmak | |||||
Put ypur hand up if you want to answer. (Cevap vermek istiyorsanız elinizi kaldırın.) | |||||
1226) handful; (isim) | |||||
avuç dolusu, avuç | |||||
Only a handful of people were there. (Yalnızca bir avuç insan oradaydı.) | |||||
1227) handle; (fiil, isim) | |||||
f.; idare etmek, ele almak, işlemek i.; tutacak yer, kulp, sap | |||||
She is very good at handling the problems. (Problemleri idare etmek konusunda çok iyidir.) | |||||
1228) hang; (fiil) | |||||
asmak, idam etmek, sarkmak | |||||
She hung up her shirt, then closed the closet. (Gömleğini astı ve sonra dolabın kapağını kapadı.) | |||||
1229) happen; (fiil) | |||||
olmak, meydana gelmek, başına gelmek | |||||
I don’t know when this happened. (Bunun ne zaman olduğunu bilmiyorum.) | |||||
1230) happy; (sıfat) | |||||
mutlu, sevinçli, şen | |||||
We are happy to see you. (Seni gördüğümüz için mutluyuz.) | |||||
1231) hard; (sıfat) | |||||
zor, çetin, zahmetli, sert, katı | |||||
He studied very hard to pass the exam. (Sınavı geçmek için çok çalıştı.) | |||||
1232) hardly; (zarf) | |||||
zorlukla, güçlükle, ancak , neredeyse hiç | |||||
I can hardly breathe, call an ambulance. (Güçlükle nefes alabiliyorum, ambulansı ara.) | |||||
1233) hat; (isim) | |||||
şapka, başlık | |||||
His hat was too big and funny. (Şapkası çok büyük ve gülünçtü.) | |||||
1234) hate; (isim, fiil) | |||||
i.; nefret, kin f.; nefret etmek, kin beslemek | |||||
He hates making mistakes. (Hata yapmaktan nefret eder.) | |||||
1235) have; (fiil) | |||||
sahip olmak, tutmak, yemek | |||||
I don’t have enough money to buy this coat. (Bu paltoyu almak için yeterli param yok.) | |||||
1236) he; (zamir) | |||||
o (erkek) | |||||
He found his true love. (O, gerçek aşkını buldu.) | |||||
1237) head; (isim, fiil) | |||||
i.; baş, kafa, başkan f.; başında olmak | |||||
She has a big brown hat on his head. (Başında büyük kahverengi bir şapka var.) | |||||
1238) headline; (isim, fiil) | |||||
i.; manşet, başlık f.; başlık koymak | |||||
Write the headline in capital letters. (Başlığı büyük harflerle yaz.) | |||||
1239) headquarters; (isim) | |||||
karargah, genel merkez | |||||
The party’s headquarters is in Ankara. (Partinin genel merkezi Ankara’da.) | |||||
1240) health; (isim) | |||||
sağlık, esenlik, sıhhat | |||||
Smoking can seriously damage your health. (Sigara içmek sağlığınıza ciddi zarar verebilir.) | |||||
1241) healthy; (sıfat) | |||||
sağlıklı, sıhhatli, sağlam | |||||
The old lady seemed healty in spite of her age. (Yaşlı bayan yaşına rağmen sağlıklı görünüyordu.) | |||||
1242)hear; (fiil) | |||||
duymak, işitmek, dava görmek, yargılamak | |||||
Didn’t you hear what I said? (Ne dediğimi duymadın mı?) | |||||
1243) hearing; (isim) | |||||
işitme, duyma, dinleme, duruşma, mahkeme, celse, | |||||
Hearing his voiced irritated me. (Onun sesini duymak beni sinirlendirdi.) | |||||
1244) heart; (isim) | |||||
kalp, yürek, gönül, öz, merkez | |||||
The patient’s heart stopped suddenly. (Hastanın kalbi birden durdu.) | |||||
1245)heat; (isim, fiil) | |||||
i.; ısı, sıcaklık, ateş, ısıtma f.; ısıtmak, kızdırmak | |||||
The house is heated by central heating system. (Ev, merkezi ısıtma sistemi ile ısıtılmaktadır.) | |||||
1246) heaven; (isim) | |||||
cennet, gökyüzü, sema | |||||
This place is like a heaven on earth. (Burası dünya üzerindeki cennet gibi bir yer.) | |||||
1247) heavily; (zarf) | |||||
ağır bir şekilde, ciddi ölçüde, şiddetle | |||||
I is raining heavily for hours. (Saatlerdir şiddetli biçimde yağmur yağıyor.) | |||||
1248) heavy; (sıfat) | |||||
ağır, yoğun, üzücü | |||||
I could barely carry the heavy suitcase. (Ağır valizi güçlükle taşıyabildim.) | |||||
1249) heel; (isim) | |||||
topuk, ökçe, aşağılık kimse | |||||
She generally prefers shoes with high heel. (Genellikle yüksek topuklu ayakkabıları tercih eder.) | |||||
1250) height; (isim) | |||||
boy, yükseklik, yükselti | |||||
The building is almost 10 meters high. (Bina yaklaşık 10 metre yüksekliğinde.) | |||||
1251) helicopter; (isim) | |||||
helikopter | |||||
He was finally found by a police helicopter. (Nihayetinde polis helikopteri tarafından bulundu.) | |||||
1252) hell; (isim) | |||||
cehennem, felaket | |||||
Her friends made her life hell. (Arkadaşları, onun hayatını cehenneme çevirdi.) | |||||
1253) hello; (ünlem) | |||||
merhaba, selam | |||||
Hello, is there anybody? (Merhaba, kimse var mı?) | |||||
1254) help; (isim, fiil) | |||||
i.;yardım, destek f.; yardım etmek, yararı olmak | |||||
We shoul help each other these days. (Böyle günlerde birbirimize yardım etmeliyiz.) | |||||
1255) helpful; (sıfat) | |||||
yararlı, faydalı, yardımsever | |||||
You could be more helpful. (Daha çok yardımcı olabilirdin.) | |||||
1256) her; (zamir) | |||||
ona, onun | |||||
Did you buy her an expensive bag? (Ona pahalı bir çanta mı aldın?) | |||||
1257) here; (zarf) | |||||
burada, buraya, burası | |||||
Here is the money you want. (İstediğin para burada.) | |||||
1258) heritage; (isim) | |||||
miras, kalıt, kalıtım | |||||
Our traditions are the most heritage. (Geleneklerimiz en önemli mirastır.) | |||||
1259) hero; (isim) | |||||
kahraman, cengaver, yiğit | |||||
He saved my life like a hero. (Bir kahraman gibi hayatımı kurtardı.) | |||||
1260) herself; (zamir) | |||||
kendisi, kendisini, kendisine (dişil) | |||||
She is very proud of herself. (Kendisi ile gurur duyuyor.) | |||||
1261) hey; (ünlem) | |||||
selam, hey | |||||
Hey, what are you doing here ? (Hey burada ne yapıyorsun?) | |||||
1262) hi; (ünlem) | |||||
selam, merhaba | |||||
Hi, how are you? (Selam, nasılsın?) | |||||
1263) hide; (fiil, isim) | |||||
f.; saklamak, gizlemek i.; post, deri, cilt | |||||
Don’t hide your feelings. (Duygularını gizleme.) | |||||
1264) high; (sıfat, fiil) | |||||
s.; yüksek, yüce, üst f.; öfkelenmek | |||||
Mount Ağrı is the highest mountain in Turkey. (Ağrı Dağı Türkiye’deki en yüksek dağdır.) | |||||
1265) highlight; (isim, fiil) | |||||
i.; önemli olay, ilgi çekici olay f.; belirtmek, altını çizmek, vurgulamak | |||||
This report highlights the major problems. (Bu rapor önemli sorunların altını çiziyor.) | |||||
1266) highly; (zarf) | |||||
oldukça, pek çok, son derece | |||||
I think he is highly educated person. (Bence o, oldukça eğitimli bir kişi.) | |||||
1267) highway; (isim) | |||||
otoban, anayol, otoyol, karayolu | |||||
Use the highway to get there fast. (Oraya hızlı varmak için otobandan git.) | |||||
1268) hill; (isim) | |||||
tepe, yığın, bayır | |||||
We ran down the hill. (Tepeden aşağı koştuk.) | |||||
1269) him; (zamir) | |||||
ona (erkek) | |||||
Did you see him last night? (Dün gece onu gördün mü?) | |||||
1270) himself; (zamir) | |||||
kendi, kendisi (eril) | |||||
He introduced himself. (Kendisini tanıttı.) | |||||
1271) hip; (isim, sıfat) | |||||
i.; kalça, kıç s.; havalı, modern, uyanık | |||||
He broke his hip bone skiing. (Kayak yaparken kalça kemiğini kırdı.) | |||||
1272) hire; (fiil, isim) | |||||
f.; kiralamak, ücretle tutmak i.; kira, kiralama | |||||
We hired a car for our family trip. (Aile gezimiz için bir araba kiraladık.) | |||||
1273) his; (zamir) | |||||
onun, onunki (eril) | |||||
Tim sold his motorbike. (Tim, motosikletini sattı.) | |||||
1274) historian; (isim) | |||||
tarihçi | |||||
Professor Ortaylı is an expert historian. (Profesör Ortaylı uzman bir tarihçidir.) | |||||
1275) historic; (isim, sıfat) | |||||
i.; tarihi s.; tarihsel, önemli | |||||
We saw the great historic monument of the city. (Şehrin büyük tarihi anıtını gördük.) | |||||
1276) historical; (sıfat) | |||||
tarihi, tarihsel, tarihle ilgili | |||||
This building has an historical importance. (Bu binanın tarihsel önemi var.) | |||||
1277) history; (isim) | |||||
tarih, tarihçe, geçmiş | |||||
Discover of the fire is a turning point in human history. (Ateşin buluşu, insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır.) | |||||
1278) hit; (fiil, isim) | |||||
f.; çarpmak, vurmak, isabet ettirmek i.; vurma, çarpma | |||||
The bus hit a parked vehicle. (Otobüs, park halindeki bir araca çarptı.) | |||||
1279) hold; (fiil) | |||||
sahip olmak, tutmak, devam etmek | |||||
She was holding her baby in her arms. (Bebeğini kollarının arasında tutuyordu.) | |||||
1280) hole; (isim, fiil) | |||||
i.; delik, çukur, kovuk, hücre f.; delmek, delik açmak | |||||
My father dug a deep hole in the garden.(Babam bahçeye büyük bir çukur kazdı.) | |||||
1281) holiday; (isim) | |||||
tatil, bayram, yortu günü | |||||
We are planning to go Maldives for holiday. (Tatil için Maldivlere gitmeyi planlıyoruz.) | |||||
1282) holy; (sıfat) | |||||
kutsal, mukaddes | |||||
Did you read the Holy Bible? (Kutsal İncil’i okudun mu?) | |||||
1283) home; (isim) | |||||
ev, aile ocağı, memleket, yurt | |||||
I forgot my umbrella at home. (Şemsiyemi evde unuttum.) | |||||
1284) homeless; (sıfat) | |||||
evsiz barksız, evsiz | |||||
We saw a homeless man on the corner. (Köşede evsiz bir adam gördük.) | |||||
1285) honest; (sıfat) | |||||
dürüst, güvenilir, namuslu | |||||
I am completely honest about my feelings. (Hislerim konusunda tamamıyle dürüstüm.) | |||||
1286) honey; (isim, ünlem) | |||||
i.; bal ünl.; canım, şekerim, sevgilim | |||||
Honey, did you miss mi? (Canım beni özledin mi?) | |||||
1287) honor; (isim, fiil) | |||||
i.; onur, şeref, namus, fazilet f.; onurlandırmak, saygı göstermek | |||||
It is a great honor to be invited here. (Buraya davet edilmiş olmak büyük onur.) | |||||
1288) hope; (isim, fiil) | |||||
i.; umut, ümit, beklenti f.; ummak, umut etmek | |||||
Whatever happens, don’t lose your hope. (Her ne olursa olsun, umudunu kaybetme.) | |||||
1289) horizon; (isim) | |||||
ufuk, görüş | |||||
A ship appeared on the horizon. (Ufukta bir gemi göründü.) | |||||
1290) horror; (isim) | |||||
korku, dehşet | |||||
Her eyes were wide with horror. (Gözleri korkuyla açılmıştı.) | |||||
1291) horse; (isim) | |||||
at, beygir | |||||
Are you afraid of riding horse? (At binmekten korkar mısın?) | |||||
1292) hospital; (isim) | |||||
hastane, bakımevi | |||||
You have to go to hospital for treatment. (Tedavi için hastanaye gitmelisin.) | |||||
1293) host; (isim, fiil) | |||||
i.; ev sahibi f.; misafir ağırlamak, ev sahipliği yapmak | |||||
As a host, you should introduce us to the other guests. (Ev sahibi olarak bizi diğer misafirlerle tanıştırmalısın.) | |||||
1294) hot; (sıfat, fiil) | |||||
s.; sıcak, acı, ateşli f.; ısıtmak, ısınmak | |||||
It is hot today, let’s go swimming. (Bugün hava sıcak, yüzmeye gidelim.) | |||||
1295) hotel; (isim) | |||||
otel | |||||
We stayed at a hotel in the center of Paris. (Parisin merkezinde bir otelde kaldık.) | |||||
1296) hour; (isim) | |||||
saat, zaman | |||||
It takes one hour to get there. (Oraya gitmek bir saat alır.) | |||||
1297) house; (isim, fiil) | |||||
i.; ev, konut, hane, ev halkı f.; barındırmak, evine almak | |||||
Sarah having a party at her home. (Sarah evinde parti veriyor.) | |||||
1298) household; (isim, sıfat) | |||||
i.; ev halkı, hane,mesken, ev s.; eve ait, evcil | |||||
Most households own at least one car. (Her hanenin en az bir arabası var.) | |||||
1299) housing; (isim) | |||||
ev, iskan, konut, barınak, yuva sağlama | |||||
The government is planning to build more affordable housing. (Hükümet, daha çok bütçeye uygun konut inşa etmeyi planlıyor.) | |||||
1300) how; (zarf) | |||||
nasıl, ne kadar, ne | |||||
How are you feeling now? (Şimdi nasıl hissediyorsun?) | |||||
1301) however; (bağlaç, zarf) | |||||
bağ.; ancak, fakat, ama ,lakin, oysaki, yine de zf.; her nasılsa, her halükarad, bununla birlikte | |||||
It’is already April, however it is very cold. (Nisan ayındayız ama hava çok soğuk.) | |||||
1302) huge; (sıfat, isim) | |||||
s.; kocaman, çok büyük, iri i.; irikıyım, koca | |||||
There was a huge crowd at the concert hall. (Konser salonunda çok büyük bir kalabalık vardı.) | |||||
1303) human; (isim, sıfat) | |||||
i.; insan, insanoğlu, beşer sf.; insani, beşeri | |||||
This plant is not fit for human consumption. (Bu bitki insanların tüketmesi için uygun değildir.) | |||||
1304) humor; (isim, fiil) | |||||
mizah, espri f.; eğlendirmek, güldürmek | |||||
She has no sense of humor. (Onun hiç mizah anlayışı yok.) | |||||
1305) hundred; (isim) | |||||
yüz sayısı | |||||
This watch is worth a several hundred dollars. (Bu kol saati birkaç yüz dolar değerinde.) | |||||
1306) hungry; (sıfat) | |||||
aç, acıkmış | |||||
Are you really hungry? (Gerçekten aç mısın?) | |||||
1307) hunter; (isim) | |||||
avcı, av köpeği | |||||
The hunter was alert to every sound and movement. (Avcı her sese ve harekete karşı tetikteydi.) | |||||
1308) hunting; (isim) | |||||
avlama, av, avcılık, takip, araştırma | |||||
They went deer hunting. (Onlar, geyik avına çıktılar.) | |||||
1309) hurt; (fiil) | |||||
incitmek, kırmak, yaralamak, acıtmak | |||||
You heart my feeling. (Duygularımı incittin.) | |||||
1310) husband; (isim) | |||||
koca, eş | |||||
She has been living apart from her husband for 2 months. ( 2 aydır kocasından ayrı yaşıyor.) | |||||
1311) hypothesis; (isim) | |||||
hipotez, kuram, varsayım | |||||
This hypothesis explains so many facts. (Bu kuram bir çok gerçeği açıklıyor.) | |||||
I | |||||
1312) I; (zamir) | |||||
ben | |||||
She and I are close friends. (O ve ben yakın arkadaşız.) | |||||
1313) ice; (isim, fiil) | |||||
i.; buz ,buzul f.; dondurmak, buzlanmak | |||||
The was ice on the roofs. (Çatıların üstünde kar vardı.) | |||||
1314) idea; (isim) | |||||
düşünce, görüş, fikir | |||||
The police was able to identify the attacker. (Polis, saldırganın kimliğini tespit edebildi.) | |||||
1315) ideal; (isim, sıfat) | |||||
i.; erek, ülkü s.; ideal,uygun | |||||
She is the ideal candidate for us. (O, bizim için ideal bir aday.) | |||||
1316) identification; (isim) | |||||
tanılama,kimlik, kimliğini saptama, teşhis | |||||
Each product has a number for easy identification. (Her ürünün kolay tanılamak için bir numarası var.) | |||||
1317) identify; (fiil) | |||||
kimliğini saptamak, tanımlamak, tespit etmek | |||||
She was able to identify the attacker. (O, saldırganın kimliğini saptayabildi.) | |||||
1318) identity; (isim) | |||||
kimlik, kişilik, aynılık, özdeşlik | |||||
The police was able to identify the attacker. (Polis, saldırganın kimliğini tespit edebildi.) | |||||
1319) ie; (zarf) | |||||
şöyleki, yani | |||||
Can you give us some examples for the basic essential of life, i.e. Housing and water ? (Bize yaşam için gerekli olan şeyler, yani barınma ve su gibi şeylere örnek verebilir misin?) | |||||
1320)if; (bağlaç, isim) | |||||
bağ.; eğer, sanki, rağmen i.; belirsizlik, şüphe | |||||
If you see Rachel, tell that I called her last night. (Rachel’ı görürsen onu dün gece aradığımı söyle.) | |||||
1321) ignore; (fiil) | |||||
görmezden gelmek , dikkate almamak, arka plana atmak | |||||
He ignored me like we hadn’t met. (Hiç tanışmamışı gibi beni görmezden geldi.) | |||||
1322) ill; (isim, sıfat) | |||||
i.; hastalık, sorun s.; hasta, marazlı , rahatsız | |||||
I felt ill after the meal. (Yemekten sonra hasta olduğumu hissetttim.) | |||||
1323) illegal; (sıfat) | |||||
yasadışı, usulsüz, yasak, kanuna aykırı | |||||
It is illegal to park here. (Buraya park etmek yasak.) | |||||
1324) illness; (isim) | |||||
hastalık, rahatsızlık | |||||
He died after a long illness. (Uzun bir hastalıktan sonra öldü.) | |||||
1325) illustrate; (fiil) | |||||
resimlendirmek, örneklemek, sergilemek | |||||
To illustrate my point, I will show you a picture. (Demek istediğim şeyi örneklemek için size bir resim göstereceğim.) | |||||
1326) image; (isim, fiil) | |||||
i.; imge, şekil, görüntü, suret f.; şekillendirmek, imgeleştirmek | |||||
The company is trying to improve its image. (Şirket, imajını geliştirmeye çalışıyor.) | |||||
1327) imagination; (isim) | |||||
hayal gücü, imgelem | |||||
Little boy has an interesting imagination. (Küçük çocuğun ilginç bir hayal dünyası var.) | |||||
1328) imagine; (fiil) | |||||
hayal etmek, kafasında canlandırmak | |||||
Close your eyes and imagine that you are in a forest. (Gözlerini kapat ve bir ormanda olduğunu hayal et.) | |||||
1329) immediate; (sıfat) | |||||
acil, derhal, çabuk , yakın | |||||
The medicine had an immediate affect. (İlaç hemen etki gösterdi.) | |||||
1330) immediately; (zarf) | |||||
acilen, hemen, çabucak | |||||
He answered all questions immediately. (Bütün soruları çabucak cevapladı.) | |||||
1331) immigrant; (sıfat, isim) | |||||
s.; göçmen i.; göçmen, muhacir | |||||
America is full of immigrants. (Amerika göçmenlerle dolu bir ülke.) | |||||
1332) immigration; (isim) | |||||
göç, hicret | |||||
There is a rise in immigration in Asia. (Asya kıtasında göç oranında artış var.) | |||||
1333) impact; (isim) | |||||
etki, tesir, vuruş, çarpma | |||||
Her speech made an impact on everyone. (Konuşması, herkeste etki yaptı.) | |||||
1334) implement; (fiil, isim) | |||||
f.; uygulamak, yerine getirmek, yürürlüğe koymak (yasa) i.; araç, alet | |||||
The implementation of the new system was a great success. (Yeni sistemin uygulanması büyük başarıydı.) | |||||
1335) implication; (isim) | |||||
çıkarım, ima etme, bulaştırma, içine sokma | |||||
Think very carefully of all the implication. (Bütün çıkarımları dikkatlice düşün.) | |||||
1336) imply; (fiil) | |||||
kastetmek,ima etmek, içermek | |||||
Are you implying that I am a liar? (Benim yalancı olduğumu mu ima ediyorsun?) | |||||
1337) importance; (isim) | |||||
önem, ehemmiyet, saygınlık | |||||
This matter has a great importance for us. (Bu konunun bizim içi büyük önemi var.) | |||||
1338) important; (sıfat) | |||||
önemli, mühim | |||||
Money is not more important than health. (Para, sağlıktan daha önemli değildir.) | |||||
1339) impose; (fiil) | |||||
yüklemek, zorlamak, etkilenmek , uygulamaya koymak | |||||
A new tax was imposed on fuel. (Yakıta yeni vergi yüklendi.) | |||||
1340) impossible; (sıfat) | |||||
imkansız | |||||
It is impossible to make him happy. (Onu mutlu etmek imkansız.) | |||||
1341) impress; (fiil) | |||||
etkilemek, iz bırakmak, tesir etmek | |||||
He impressed me with his honesty. (Dürüstlüğüyle beni etkiledi.) | |||||
1342) impression; (isim) | |||||
etki, izlenim, intiba | |||||
My first impression of him was negative. (Onunla ilgili ilk izlenimim olumsuzdu.) | |||||
1343) impressive;( sıfat) | |||||
etkileyici, çarpıcı, tesirli | |||||
The dance group displayed an impressive performance. (Dans grubu etkileyeci bir performans sergiledi.) | |||||
1344) improve; (fiil) | |||||
geliştirmek, ilerletmek, gelişmek | |||||
You need to improve your English for a better job. (Daha iyi bir iş için İngilizceni geliştirmen gerekiyor.) | |||||
1345) improvement; (isim) | |||||
gelişme, ilerleme, yenilik | |||||
There is great improvement in your work. (Yaptığın işte büyük bir ilerleme var.) | |||||
1346) in; (zarf, edat, sıfat) | |||||
zf.; içeri, içerde ed.; içinde s.; iç, gözde, çok moda olan, iktidarda olan | |||||
There are toys in these box. (Bu kutuda oyuncaklar var.) | |||||
1347) incentive; (isim, sıfat) | |||||
teşvik, özendirme s.; teşvik edici, özendirici | |||||
There is no incentive for people to save fuel. (İnsanları yakıt tasarrufuna teşvik etmiyolarlar.) | |||||
1348) incident;(isim) | |||||
olay, vaka, tesadüf | |||||
I will never forget this horrible incident. (Bu korkunç olayı asla unutmayacağım.) | |||||
1349) include; (fiil) | |||||
kapsamak, içermek, içine almak | |||||
This price icludes tax. (Bu fiyata vergi dahildir.) | |||||
1350) including; (isim, sıfat, edat) | |||||
i.; içerme, kapsama s.; içeren, kapsayan ed.; dahil | |||||
Jane speaks four languages including Chinese. (Jane, Çince dahil dört dil konuşuyor.) | |||||
1351) income; (isim) | |||||
kazanç, gelir | |||||
Living on a small income is hard. (Düşük gelir ile yaşamak zor.) | |||||
1352) incorporate; (fiil) | |||||
birleşmek, katmak, dahil etmek, anonimleşmek , firma kurmak | |||||
The company was incorporated in 2006. (Şirket 2006 yılında anonimleşti.) | |||||
1353) increase; (fiil) | |||||
artmak, çoğalmak | |||||
We need to increase productivity. (Verimliliği artırmamız gerekiyor.) | |||||
1354) increased; (sıfat) | |||||
artmış | |||||
Increased migration have caused unplanned urbanization. (Artan göç, çarpık kentleşmeye yol açtı.) | |||||
1355) increasing; (sıfat) | |||||
artan, giderek artan, çoğalan | |||||
We are shping our production plan according to increasing demand. (Üretim planımızı artan talebe göre şekillendiriyoruz.) | |||||
1356) increasingly; (zarf) | |||||
giderek artan bir şekilde, artarak | |||||
It is becoming increasingly clear that she is responsible for everything. (Onun her şeyin sorumlusu olduğu artarak belirgin hale geliyor.) | |||||
1357) incredible; (sıfat) | |||||
inanılmaz, harika, olağanüstü | |||||
The party was incredible. (Parti olağanüstüydü.) | |||||
1358) indeed; (zarf) | |||||
aslında, gerçekten, sahiden | |||||
Indeed, I would like to help you. (Aslında, sana yardım etmek isterim.) | |||||
1359) independence; (isim) | |||||
özgürlük, bağımsızlık, hürriyet | |||||
Independence day was celebrated across the country. (Bağımsızlık günü tüm ülkede kutlandı.) | |||||
1360) independent; (sıfat) | |||||
bağımsız, hür, özgür | |||||
Living in a seperate house from my family made me more independent. (Ailemden ayrı bir evde yaşamak beni daha özgür kıldı.) | |||||
1361) index; (isim, fiil) | |||||
i.; indeks, dizin, gösterge f.; indekslemek, dizinlemek | |||||
Subject indexes are available on computer. (Konu dizinleri bilgisayarda mevcut.) | |||||
1362) Indian; (isim, sıfat) | |||||
i.; kızılderili, hintli s.; hint, hindistan’a özgü ve oraya ait , kızılderililere özgü | |||||
We ate Indian food in a restaurant called ‘Asian Food Center’. (‘Asya Yemekleri Merkezi’ isimli bir restoranda hint yemeği yedik.) | |||||
1363) indicate; (fiil) | |||||
belirtmek, göstermek, işaret etmek, sinyal vermek | |||||
The research indicates that male population is growing faster. (Araştırma, erkek nüfusunun daha hızlı arttığını gösteriyor.) | |||||
1364) indication; (isim) | |||||
belirti, gösterge, kanıt, bulgu | |||||
There are clear indications that the export is increasing. (İthalatın arttığına dair açık göstergeler var.) | |||||
1365) individual; (isim, sıfat) | |||||
i.; birey, kişi, zat s.; bireysel, şahsi, özel | |||||
Each individual has rights and responsibilities. (Her bireyin hakları ve sorumlulukları vardır.) | |||||
1366) industrial; (sıfat) | |||||
endüstriyel, sanayisel | |||||
Industrial revolution began in England. (Sanayi devrimi İngiltere’de başladı.) | |||||
1367) industry; (isim) | |||||
endüstri, sanayi, sektör | |||||
The government should invest more money in steel industry. (Hükümet, çelik sanayisine daha çok para yatırımı yapmalı.) | |||||
1368) infant; (isim, sıfat) | |||||
i.; reşit olmayan, çocuk s.; küçük, çocuksu | |||||
They brought their infant son to the hospital. (Küçük oğullarını hastaneye getirdiler.) | |||||
1369) infection; (isim) | |||||
enfeksiyon, iltihap, mikrop kapma | |||||
The baby was exposed to inflaction because of poor conditions. (Bebek kötü koşullar nedeniyle enfekiyona maruz kaldı.) | |||||
1370) inflation; (isim) | |||||
enflasyon, para bolluğu, şişme | |||||
Inflation is currently running at 2%. (Şu sıralar enflasyon %2 lerde seyrediyor.) | |||||
1371) influence; (fiil, isim) | |||||
f.; etkilemek, tesir etmek, nüfuz etmek i.; etki, tesir, nüfuz | |||||
His parents no longer have any influnce over him. (Ailesinin artık onun üzerinde bir etkisi yok.) | |||||
1372) inform; (fiil) | |||||
bilgilendirmek, bildirmek, haberdar etmek | |||||
Please inform me if he comes here. (Lütfen o buraya gelirse beni haberdar et.) | |||||
1373) information; (isim) | |||||
bilgi, haber, malumat, istihbarat, danışma | |||||
You can get further information from the information office. (Danışma ofisinden daha fazla bilgi alabilirsiniz.) | |||||
1374) ingredient; (isim) | |||||
içerik, bileşim, unsur | |||||
Our shampoo contains only natural ingredients. (Şampuanımız yalnızca doğal bileşimleri içerir.) | |||||
1375) initial; (isim, sıfat) | |||||
i.; baş harf, paraf s.; baş, ilk, başlangıç, birinci, önceki | |||||
What initial is it, Mr. Brown? ‘It’s J, J for John. (İsminiz baş harfi nedir Bay Brown? ‘J, John’un J’si.) | |||||
1376) initially; (zarf) | |||||
başlangıç olarak, ilk başta, öncelikli olarak | |||||
Initally, the machine worked well. (İlk başta makine iyi çalıştı.) | |||||
1377) initiative; (isim, sıfat) | |||||
i.; girişim, inisiyatif, ilk adım s.; başlatan, ilk | |||||
I consider this to be a good initiative. (Bunu iyi bir girişim olarak kabul ediyorum.) | |||||
1378) injury; (isim) | |||||
yara, zarar, hasar , sakatlık, zedelenme | |||||
One player is out of the team because of innjury. (Bir oyuncu sakatlık nedeniyle takım dışında.) | |||||
1379) inner; (sıfat) | |||||
iç, ruhsal, içsel | |||||
He has inflammation in the inner ear. (İç kulağında iltihap var.) | |||||
1380) innocent; (sıfat) | |||||
masum, zararsız, saf | |||||
She was founded innocent. (O, suçsuz bulundu.) | |||||
1381) inquiry; (isim) | |||||
sorgu, araştırma, anket, danışma | |||||
During the public inquiry, questions were asked to different people. (Halk araştırması süresince farklı insalara sorular soruldu.) | |||||
1382) inside; (isim, sıfat , zarf) | |||||
i.; iç taraf, iç kısım s.; iç, içteki zf.; içeri, içeride | |||||
The door is locked from the inside. (Kapı içeriden kilitli.) | |||||
1383) insight; (isim) | |||||
içgörü, sezgi, kavrama, bir şeyin iç yüzünü anlama | |||||
She is writer with great insight. ( | |||||
1384) insist; (fiil) | |||||
ısrar etmek, ayak diremek, üstelemek, dayatmak | |||||
Don’t insist, I don’t want to go. (Israr etme gitmek istemiyorum.) | |||||
1385) inspire; (fiil) | |||||
ilham vermek, aşılamak | |||||
He inspired generations with his thoughts. (Düşünceleriyle nesillere ilham verdi.) | |||||
1386) install; (fiil) | |||||
kurmak, yerleştirmek, monte etmek | |||||
Use the CD to install this program. (Pogramı yüklemek için CD’yi kullan.) | |||||
1387) instance; (isim) | |||||
örnek, durum | |||||
What would you do, for instance, if you found money on the road? (Örneğin yolda para bulsan ne yapardın?) | |||||
1388) instead; (zarf) | |||||
yerine | |||||
She went by train instead of car. (Araba yerine trenle gitti.) | |||||
1389) institution; (isim) | |||||
kurum, kuruluş, dernek, enstitü, tımarhane, hapishane | |||||
John works for a financial institution. (John, bir finans kurumu için çalışıyor.) | |||||
1390) institutional; (sıfat) | |||||
kurumsal, kuruma ait | |||||
The institutional reforms have affected the whole country positively. (Kurumsal reformlar tüm ülkeyi olumlu etkiledi.) | |||||
1391) instruction; (isim) | |||||
talimat, yönerge, öğretim | |||||
Follow the instructions on the paper. (Kağıttaki yönergeleri takip ediniz.) | |||||
1392) instructor; (isim) | |||||
eğitmen, eğitici, öğretim görevlisi | |||||
My driving instructor is really very patient. (Sürücü eğitmenim gerçekten çok sabırlı.) | |||||
1393) instrument; (isim) | |||||
enstrüman, alet, vasıta, çalgı | |||||
She can play three different musical instrument. (Üç farklı müzik aleti çalabiliyor.) | |||||
1394) insurance; (isim) | |||||
sigorta | |||||
Do you have health insurance? (Sağlık sigortanız var mı?) | |||||
1395) intellectual; (sıfat) | |||||
entelektüel,aydın,alim, düşünsel, zihinsel | |||||
Uncle George is very intellectual. (George amca çok entelektüel biridir.) | |||||
1396) intelligence; (isim) | |||||
zeka, akıl, anlama, istihbarat | |||||
He didn’t have the intelligence to answer the easiest question. (En kolay soruyu cevaplayacak kadar bile zekası yoktu.) | |||||
1397) intend; (fiil) | |||||
niyet etmek, niyetlenmek, istemek, niyetinde olmak | |||||
I don’t intend staying long. (Uzun süre kalmak niyetinde değilim.) | |||||
1398) intense; (sıfat) | |||||
yoğun, koyu, gergin | |||||
The manager is under intense pressure to resign. (Müdür, istifa etmesi için yoğun baskı altında.) | |||||
1399) intensity; (isim) | |||||
yoğunluk, koyuluk, gerilim, şiddet | |||||
The pain intensity has increased. (Ağrının şiddeti arttı.) | |||||
1400) intention; (isim) | |||||
niyet, maksat, hedef, amaç | |||||
It was not my intention to hurt you. (Niyetim seni incitmek değildi.) | |||||
1401) interaction; (isim) | |||||
etkileşim | |||||
The interaction between characters makes this story interesting. (Karakterler arasındaki etkileşim bu hikayeyi ilginç kılıyor.) | |||||
1402) interest; (isim, fiil) | |||||
i.; ilgi, faiz, çıkar, menfaat f.; ilgilendirmek, dikkatini çekmek | |||||
The bank gave the credit at 5% interest. (Banka, krediyi %5 faizle verdi.) | |||||
1403) interested; (sıfat) | |||||
ilgili, alakalı, ortak, çıkarcı | |||||
I am very interested in history. (Tarihle çok ilgiliyimdir.) | |||||
1404) interesting; (sıfat) | |||||
ilginç, enteresan | |||||
He saw many interesting places during his trip. (Gezi süresince birçok ilginç yer gördü.) | |||||
1405) internal; (sıfat) | |||||
iç, dahili, içsel | |||||
The skeleton serves to protect the internal organs. (İskelet, iç organları korumaya hizmet eder.) | |||||
1406) international; (sıfat) | |||||
uluslararası, enternasyonal | |||||
A new international airport was built last year. (Geçen yıl yeni bir uluslararası havaalanı yapıldı.) | |||||
1407) internet; (isim) | |||||
internet | |||||
The internet connection here is not very strong. (Buradaki internet bağlantısı çok güçlü değil.) | |||||
1408) interpret; (fiil) | |||||
yorumlamak, anlamını açıklamak, sözlü tercüme yapmak | |||||
I don’t know how to interpret her words. (Onun sözlerini nasıl yorumlayacağımı bilemiyorum.) | |||||
1409) interpretation; (isim) | |||||
yorum, izah, açıklama, tercüme | |||||
This subject is open to interpretation. (Bu konu yorumlamaya açık.) | |||||
1410) intervention; (isim) | |||||
müdahale, karışma | |||||
The police’s intervention stopped him from robbing the bank. (Polis müdahalesi onun bankayı soymasını engelledi.) | |||||
1411) interview; (fiil, isim) | |||||
f.; görüşmek, röportaj yapmak i.; görüşme, röportaj, mülakat | |||||
He has a job interview next week. (Gelecek hafta bir iş görüşmesi var.) | |||||
1412) into; (edat) | |||||
içine, içeriye | |||||
The whale dived into the water. (Balina suyun içine daldı.) | |||||
1413) introduce; (fiil) | |||||
tanıştırmak, sunmak, tanıtmak, takdim etmek | |||||
Let me introduce myself. (İzin verin kendimi tanıtıyım.) | |||||
1414) introduction; (isim) | |||||
giriş, girizgah, tanıtım | |||||
The introduction part was brief but excellent. (Giriş bölümü kısa ancak mükemmeldi.) | |||||
1415) invasion; (isim) | |||||
istila, saldırı, akın | |||||
This documentary is about Viking invasion of Paris. (Belgesel, Vikingler’in Paris istilasını konu alıyor.) | |||||
1416) ,invest; (fiil) | |||||
yatırım yapmak, para yatırmak, yetki vermek | |||||
It is a good time to invest in the currency. (Dövize yatırım yapmak için iyi bir zaman.) | |||||
1417) investigate; (fiil) | |||||
soruşturmak, incelemek, araştırmak | |||||
Police are investigating links between the murders. (Polis, katiller arasındaki ilişkileri soruşturuyor.) | |||||
1418) investigation; (isim) | |||||
soruşturma, araştırma, tahkik, inceleme | |||||
John is still under investigation. (John hala soruşturma altında.) | |||||
1419) investigator; (isim) | |||||
soruşturmacı, müfettiş, dedektif | |||||
The investigator suspected John of being the murderer. (Dedektif, John’un katil olmasından şüphelendi.) | |||||
1420) investment; (isim) | |||||
yatırım, atama | |||||
Our country needs more investment in education. (Ülkemizin eğitim alanında daha çok yatırıma ihtiyacı var.) | |||||
1421) investor; (isim) | |||||
yatırımcı, sermaye sahibi | |||||
Foreign investors withdrew their money from the company. (Yabancı yatırımcılar paralarını şirketten çekti.) | |||||
1422) invite; (fiil) | |||||
davet etmek, çağırmak | |||||
They have invited me to go to holiday with them. (Beni onlarla birlikte tatil yapmaya davet ettiler.) | |||||
1423) involve; (fiil) | |||||
içermek, kapsamak, ihtiva etmek | |||||
I don’t want to involve you in this matter. (Seni bu işe dahil etmek istemiyorum.) | |||||
1424) involved; (sıfat) | |||||
müdahil, ilgili,karışmış | |||||
She was deeply involved in politics. (Önceden politikayla oldukça ilgiliydi.) | |||||
1425) involvement; (isim) | |||||
dahil olma, bulaşma, ilgi | |||||
I’ve heard of his involvement in crime. (Onun suça dahil olduğunu duydum.) | |||||
1426) Iraqi; (isim, sıfat) | |||||
i.; ıraklı s.; ırak’a özgü | |||||
He has a collection of Iraqi carpets. (Onun Irak halilarından oluşan bir koleksiyonu var.) | |||||
1427) Irish; (isim, sıfat) | |||||
i.; irlandaca s.; irlandalı, irlanda’ya özgü | |||||
Can I have a cup of Irish coffee? (Bir fincan İrlanda kahvesi alabilir miyim?) | |||||
1428) iron; (fiil, isim) | |||||
f.; ütülemek, demir kaplamak i.; ütü, demir | |||||
I hate ironing shirts. (Gömlekleri ütülemekten nefret ediyorum.) | |||||
1429) Islamic; (isim, sıfat) | |||||
i.; müslüman s.; islami | |||||
The wedding was according to Islamic traditions. (Düğün İslami geleneklere göre yapıldı.) | |||||
1430) island; (isim) | |||||
ada | |||||
Imagine that you are lost in an island. (Bir adada kaybolduğunu hayal et.) | |||||
1431) Israeli; (isim, sıfat) | |||||
i.; israilli s.; israil’e özgü | |||||
Israeli authors are famous in America. (İsrailli yazarlar Amerika’da ünlüler.) | |||||
1432) issue; (isim) | |||||
mesele, konu, sorun | |||||
He usually talks about political issues. (Genellikle siyasi konular hakkında konuşur.) | |||||
1433) it; (zamir) | |||||
o, ona | |||||
The car is not in the garage. Did you see it? (Araba garajda değil. Onu gördün mü?) | |||||
1434) Italian; (isim, sıfat) | |||||
i.; italyan, italyanca s.; italya’ya özgü | |||||
She cooked us Italian food. (Bize İtalyan yemeği yaptı.) | |||||
1435) item; (isim) | |||||
madde, öğe, parça, fıkra, bent | |||||
What is the second item on the list? (Listedeki ikinci madde nedir?) | |||||
1436) its; (zamir) | |||||
onun | |||||
The baby threw its toy on the floor. (Bebek, oyuncağını yere fırlattı.) | |||||
1437) itself; (zamir) | |||||
kendisi, kendi | |||||
The machine works by itself. ( Makine kendi kendine çalışır.) | |||||
J | |||||
1438) jacket; (isim) | |||||
ceket | |||||
He has to wear a jacket and tie to work. (İş için ceket giymesi ve kravat takması gerekiyor.) | |||||
1439) jail; (isim, fiil) | |||||
i.; hapishane, cezaevi, nezaret f.; tutuklamak, cezaevine kapatmak | |||||
He has been released from jail. (Cezaevinden serbest bırakıldı.) | |||||
1440) Japanese; (isim, sıfat) | |||||
i.; japonca s.; japon | |||||
She can speak Japanese fluently. (O, Japonca’yı akıcı biçimde konuşabiliyor.) | |||||
1441) jet; (isim, fiil) | |||||
i.; jet uçağı, fışkırma f.; jet uçağı ile uçmak , fışkırmak | |||||
The accident happened as the jet was about to take off. (Kaza, jet havalanmak üzereyken meydana geldi.) | |||||
1442) Jew; (isim) | |||||
yahudi, musevi, ibrani | |||||
In commerce, Jews have a reputation. (Ticaret alanında yahudiler meşhurdur.) | |||||
1443) Jewish; (sıfat) | |||||
yahudi, musevi | |||||
This place has a large Jewish population. (Burası büyük bir yahudi nüfusuna sahip.) | |||||
1444) job; (isim) | |||||
iş, vazife, görev, meslek | |||||
Did they offer you the job? (Sana iş teklifi ettiler mi?) | |||||
1445) join; (fiil) | |||||
katılmak, üye olmak, bağlamak, birleştirmek | |||||
She have joined an aerobics course. (Aerobik kursuna üye oldu.) | |||||
1446) joint; (isim, sıfat, fiil) | |||||
i.; eklem, birleşme yeri s.; ortak, birleşmiş f.; birleştirmek, eklemek | |||||
They were joint owners of the company. (Onlar şirketin ortak sahipleriydi.) | |||||
1447) joke; (isim, fiil) | |||||
i.; şaka, komiklik, espri f.;espri yapmak, şaka yapmak | |||||
No one laughed at his joke. (Hiç kimse onun şakasına gülmedi.) | |||||
1448) journal; (isim) | |||||
dergi, günlük, gazete | |||||
She kept a journal during her travels. (Seyahatleri boyunca günlük tuttu.) | |||||
1449) journalist; (isim) | |||||
gazeteci | |||||
A journalist should expose the truth. (Bir gazeteci gerçekleri ortaya çıkarmalıdır.) | |||||
1450) journey; (isim, fiil) | |||||
i.; yolculuk, seyahat, sefer, seyir f.; yolculuk yapmak, seyehat etmek | |||||
Did you have good journey? (Seyehatiniz iyi geçti mi?) | |||||
1451) joy; (isim) | |||||
neşe, keyif,memnuniyet, mutluluk | |||||
They were dancing with joy. (Neşeyle dans ediyorlardı.) | |||||
1452) judge; (fiil, isim) | |||||
f.; yargılamak, hakemlik etmek, değerlendirmek, karara bağlamak i.; yargıç, hakim | |||||
The judge sentenced him to ten years in prison. (Yargıç, onu on yıllık hapis cezasına çarptırdı) | |||||
1453) judgement; (isim) | |||||
yargı, hüküm, kanı | |||||
I don’t want to make a judgement about the situation. (Bu durum hakkında bir yargıda bulunmak istemiyorum.) | |||||
1454) juice; (isim) | |||||
meyve suyu, sebze suyu, özsu | |||||
Two apple juices please. (İki tane elmalı meyve suyu lütfen.) | |||||
1455) jump; (fiil, isim) | |||||
i.; atlamak, zıplamak , sıçramak i.; atlama, zıplama, sıçrama | |||||
The children were jumping on the sofa. (Çocuklar divanın üstünde zıplıyordu.) | |||||
1456) junior; (isim, sıfat) | |||||
i.; çocuk, yaşça küçük kimse s.; küçük, kıdemce aşağı | |||||
He is junior to me. (O benden yaşça küçük.) | |||||
1457) jury; (isim) | |||||
jüri, hakem kurulu | |||||
The jury found John guilty. ( Jüri, John’u suçlu buldu.) | |||||
1458) just; (isim, sıfat, zarf) | |||||
i;doğruluk, adalet s.; adil, dürüst, sade zf.; sadece , ancak, az önce | |||||
I have just heard the news. (Haberleri az önce duydum.) | |||||
1459) justice; (isim) | |||||
adalet, dürüstlük, yargıç, hakim | |||||
We are demanding justice. (Biz, adalet talep ediyoruz.) | |||||
1460) justify; (fiil) | |||||
meşrulaştırmak, haklı çıkarmak, doğrulamak, savunmak | |||||
You don’t need to justify yourself to anyone. (Kendini kimseye karşı savunmaya ihtiyacın yok.) | |||||
K | |||||
1461) keep; (fiil) | |||||
tutmak, saklamak, ilerlemek, sürdürmek,devam etmek, göz kulak olmak | |||||
She always keeps her room clean. (Odasını her zaman temiz tutar.) | |||||
1462) key; (isim, fiil) | |||||
i.; anahtar, kilit, tuş f .; kilitlemek | |||||
Where did you put the car keys? (Araba anahtarlarını nereye koydun?) | |||||
1463) kick; (fiil, isim) | |||||
f.; tekmelemek, ayak ile vurmak i.; tekme, çifte | |||||
The baby kicked for the first time. (Bebek ilk kez tekme attı.) | |||||
1464) kid; (isim) | |||||
çocuk, velet, oğlak | |||||
How are the kids? (Çocuklar nasıl?) | |||||
1465) kill; (fiil, isim) | |||||
f.; öldürmek, cinayet işlemek, canını almak i.; öldürme | |||||
Five people were killed in the crash. (Çarpışmada beş kişi öldü.) | |||||
1466) killer; (isim) | |||||
katil, öldüren | |||||
Police has hunted his killer. (Polis, onun katilini yakaladı.) | |||||
1467) killing; (isim) | |||||
öldürme, cinayet, katletme | |||||
He is one of the perpetrators of the mass killing. (O, toplu öldürmenin faillerinden biri.) | |||||
1468) kind; (isim, sıfat) | |||||
i.; çeşit, cins, tip s.; nazik, kibar, cömert | |||||
He likes listening different kind of music. (Farklı müzik türlerini dinlemeyi sever.) | |||||
1469) king; (isim) | |||||
kral | |||||
Lion is known as the king of forest. (Aslan, ormanın kralı olarak bilinir.) | |||||
1470) kiss; (fiil, isim) | |||||
f.; öpmek, öpüşmek i.; öpücük | |||||
She kisses her mother everynight and wishes goodnight. (Her gece annesini öper ve iyi geceler diler.) | |||||
1471) kitchen; (isim) | |||||
mutfak | |||||
She is preparing meal in the kitchen. (O, mutfakta yemek hazırlıyor.) | |||||
1472) knee; (isim) | |||||
diz, dirsek | |||||
I injured my knee when I fell. (Düştüğümde dizimi yaraladım.) | |||||
1473) knife; (isim, fiil) | |||||
i.; bıçak, çakı f.; bıçaklamak, arkadan vurmak | |||||
Clean the knives and forkS, please. (Bıçakları ve çatalları temizle lütfen.) | |||||
1474) knock; (fiil, isim) | |||||
kapı çalmak, vurmak i.; vuruş | |||||
He knocked three times and came in. (Kapıyı üç kez çaldı ve içeri girdi.) | |||||
1475) know; (fiil) | |||||
bilmek, tanımak | |||||
Do you know the address where he lives? (Onun yaşadığı adresi biliyor musun?) | |||||
1476) knowledge; (isim) | |||||
bilgi, ilim, bilim | |||||
He has a wide knowledge of music. (Geniş bir müzik bilgisi var.) | |||||
L | |||||
1477) lab; (isim) | |||||
laboratuvar | |||||
He works as a lab technician in a hospital. (O, bir hastanede labratuvar teknisyeni olarak çalışıyor.) | |||||
1478) label; (fiil, isim) | |||||
f.; etiketlemek, etiket yapıştırmak, damgasını vurmak i.;marka, etiket | |||||
The date of expiry is on the label. (Son kullanma tarihi etiketin üzerinde.) | |||||
1479) labor; (fiil, isim) | |||||
f; çalışmak , emek harcamak i.; emek, iş gücü, çalışma, işçilik | |||||
The company is trying to keep down labor cost. (Şirket, işçilik maliyetini düşürmeye çalışıyor.) | |||||
1480) laboratory; (isim) | |||||
laboratuvar | |||||
The laboratory is equipped with the latest devices. (Laboratuvar son model cihazlarla donatılmış durumda.) | |||||
1481) lack; (isim, fiil) | |||||
i.; eksiklik, noksanlık, yokluk f.; yoksun kalmak, eksik olmak | |||||
He lacks confidence. (Onun özgüven eksikliği var.) | |||||
1482) lady; (isim) | |||||
leydi, hanımefendi, bayan, hanım | |||||
There is a lady waiting to see you. (Sizi görmek için bekleyen bir hanımefendi var.) | |||||
1483) lake; (isim) | |||||
göl , kırmızı boya maddesi | |||||
We saw different kinds of fishes under the lake. (Gölün altında farklı türlerde balıklar gördük.) | |||||
1484) land; (fiil, isim) | |||||
f.; karaya çıkmak, yere inmek, i.; toprak, kara parçası, ülke, diyar | |||||
The elephant is the biggest living land animal. (Fil, yaşayan en büyük kara hayvanıdır.) | |||||
1485) landscape; (isim) | |||||
manzara, manzara resmi, peyzaj | |||||
She took a picture of the amazing landscape. (Büyüleyici manzaranın fotoğrafını çekti.) | |||||
1486) language; (isim) | |||||
dil, lisan | |||||
Everyone should learn a foreign language. (Herkes bir yabancı dil öğrenmelidir.) | |||||
1487) lap; (isim, fiil) | |||||
i.; kucak, etek, halat, ip, tur, etap, kat f.; sarmak, dolamak, örtmek, üstüne koymak, yalayıp yutmak | |||||
The boy sit on his father’s lap in the car. (Çocuk, arabada babasının kucağına oturdu.) | |||||
1488) large; (sıfat) | |||||
geniş, büyük | |||||
They built a hotel on a large area. (Büyük bir alan üzerine otel inşa ettiler.) | |||||
1489) largely; (zarf) | |||||
bolca, fazlasıyla, büyük ölçüde | |||||
It depends largely on luck. (Bu, büyük ölçüde şansa bağlı.) | |||||
1490) last; (sıfat, fiil, zarf) | |||||
s.; son, sonuncu, nihai f.;sürmek, gitmek, dayanmak, zf.; sonuncu olarak, sonuç olarak | |||||
I saw him last summer. (Onu geçen yaz gördüm.) | |||||
1491) late; (sıfat, zarf) | |||||
s.; gecikmiş, geç, eski, son zf.; son zamanlarda | |||||
The church was built in the late 1890s. (Kilise 1890ların sonunda inşa edildi.) | |||||
1492) later; (zarf) | |||||
sonradan, daha sonra | |||||
See you later. (Daha sonra görüşürüz.) | |||||
1493) Latin; (isim) | |||||
latin, latince | |||||
There are so many Latin terms in the article. (Makalede çok sayıda latince terim var.) | |||||
1494) latter; (isim, sıfat) | |||||
i.; ikincisi, sonuncusu s.; sonraki, sonra gelen, sonuncu | |||||
The latter point is more important. (İkinci kısım daha önemli.) | |||||
1495) laugh; (fiil, isim) | |||||
f.; gülmek, kahkaha atmak i.; gülüş, gülme, kahkaha | |||||
He always makes me laugh with her jokes. (Şakalarıyla beni her zaman güldürür.) | |||||
1496) launch; (fiil) | |||||
fırlatmak (roket, uzay mekiği), başlatmak, piyasaya sürmek, fırlatmak | |||||
The new satellite will be launched in June. (Yeni uydu haziranda fırlatılacak.) | |||||
1497) law; (isim) | |||||
hukuk, kanun, yasa | |||||
You have to obey laws. (Yasalara uymak zorundasın.) | |||||
1498) lawn; (isim) | |||||
çimen, çim, patiska | |||||
We should mow the lawn before winter come. (Kış gelmeden çimleri biçmeliyiz.) | |||||
1499) lawsuit; (isim) | |||||
dava | |||||
She filed a lawsuit against the company she worked at before. (Önceden çalıştığı şirkete dava açtı.) | |||||
1500) lawyer; (isim) | |||||
avukat | |||||
Can you recommend me an experienced lawyer? (Bana deneyimli bir avukat tavsiye eder misin?) | |||||
1501) lay; (fiil, isim, sıfat) | |||||
yerleştirmek,koymak, sermek, sunmak, ileri sürmek, yatmak, sevişmek, yumurtlamak i.; yatma, durum, konum, sevişme s.; meslekten olmayan | |||||
She laid the baby on its cradle. (Bebeği beşiğine yatırdı.) | |||||
1502) layer; (isim, fiil) | |||||
i.; tabaka, katman f.; katmanlara ayırmak | |||||
How many layers have the atmosphere? (Atmosferin kaç tabakası vardır?) | |||||
1503) lead; (fiil) | |||||
rehberlik etmek, öncülük etmek, yol göstermek | |||||
If he leads, I will follow. (Eğer o öncülük ederse takip ederim.) | |||||
1504) leader; (isim) | |||||
lider, önder, rehber, öncü, kılavuz | |||||
Atatürk was the leader of Turkish Republic. (Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin lideriydi.) | |||||
1505) leadership; (isim) | |||||
liderlik, önderlik, öncülük | |||||
we can manage this work with strong leadership. (Bu işi güçlü bir liderlikle başarabiliriz.) | |||||
1506) leading; (sıfat, isim) | |||||
s.; öncü olan, önde gelen, ileri gelen i.; yol gösterme, rehberlik | |||||
He played a leading role during the war. (Savaş sürecinde öncü rol oynadı.) | |||||
1507) leaf; (fiil,isim) | |||||
f.; yapraklanmak i.; yaprak, sayfa | |||||
The trees came into leaf. (Ağaçlar yapraklandı.) | |||||
1508) league; (isim) | |||||
lig,küme, birleşme, ittifak | |||||
Our team plays in the football league. (Takımımız futbol liginde oynuyor.) | |||||
1509) lean; (fiil, sıfat) | |||||
f.; eğilmek, yaslanmak, dayanmak, meyletmek s.; eğik, zayıf, yağsız et | |||||
Do not lean on the door. (Kapıya yaslanmayınız.) | |||||
1510) learn; (fiil) | |||||
öğrenmek | |||||
If you want to learn a language, you should practice. (Eğer bir dili öğrenmek istiyorsan, pratik yapmalısın.) | |||||
1511) learning; (isim) | |||||
öğrenme, tahsil, öğrenim | |||||
There is no end to learning. (Öğrenmenin sonu yoktur.) | |||||
1512) least; (sıfat) | |||||
en az, en düşük, asgari | |||||
He is wprking well, even though he has the least experience. (En az onun tecrübesi olmasına rağmen iyi çalışıyor.) | |||||
1513) leather; (isim, fiil) | |||||
i.; deri, meşin f.; deri ile kaplamak, kayışla dövmek | |||||
Is your jacket real leather? (Ceketin hakiki deriden mi yapılmış?) | |||||
1514)leave; (fiil, isim) | |||||
f.; terketmek, ayrılmak, bırakmak, gitmek i.;izin, veda, ayrılma | |||||
She left home without saying a goodbye. (Hoşçakal demeden evi terketti.) | |||||
1515) left; (isim, sıfat) | |||||
i.; sol taraf, artık s.; sol, soldaki | |||||
I broke my left arm. (Sol kolum kırıldı.) | |||||
1516) leg; (isim) | |||||
bacak, ayak, mobilya ayağı | |||||
A dog bit his leg. (Bacağını bir köpek ısırdı.) | |||||
1517) legacy; (isim) | |||||
miras | |||||
He left his nephew a small legacy. (O, yeğenine küçük bir miras bıraktı.) | |||||
1518) legal; (sıfat) | |||||
yasal, meşru, kanuni, tüzel | |||||
Drug use is not legal in most of the countries. (Uyuşturucu kullanımı çoğu ülkede yasal değil.) | |||||
1519) legend; (isim) | |||||
efsane, mit, masal | |||||
Have you heard about the legend of King Arthur? (Kral Arthur efsanesini hiç duydun mu?) | |||||
1520) legislation; (isim) | |||||
yasa, tüzük, kanunlar, mevzuat, yasama | |||||
The legislation is still in draft form. (Yasa hala taslak halinde.) | |||||
1521) legitimate; (fiil, sıfat) | |||||
f.; meşrulaştırmak, yasallaştırmak s.; meşru, kanuni | |||||
According to law, this is quite legitmate. (Yasalara göre bu gayet meşru.) | |||||
1522) lemon; (isim, sıfat) | |||||
i.; limon s.; limonlu | |||||
I like lemon in salad. (Salatada limonu severim.) | |||||
1523) length; (isim) | |||||
uzunluk, boy, süre | |||||
Meter is a measure of length. (Metre, bir uzunluk ölçüsüdür.) | |||||
1524) less; (sıfat, isim) | |||||
s.; daha az, eksik i.; eksi, daha az şey | |||||
She has less money than her sister. (Kardeşinden daha az parası var.) | |||||
1525) lesson; (isim) | |||||
ders | |||||
Our first lesson on Monday is English. (Pazartesi günü ilk dersimiz İngilizce.) | |||||
1526) let; (fiil) | |||||
izin vermek, müsaade etmek, | |||||
His parents won’t let him go abroad. (Anne babası yurtdışına gitmesine izin vermeyecek.) | |||||
1527) letter; (isim) | |||||
mektup, harf | |||||
They used write letter each other. (Eskiden birbirlerine mektup yazarlardı.) | |||||
1528) level; (isim, fiil) | |||||
düzey, seviye f.; düzeltmek, dengelemek | |||||
My speaking level is weak but I can write well. (Konuşma düzeyim zayıf ancak iyi yazabilirim) | |||||
1529) liberal; (isim, sıfat) | |||||
i.; liberal görüşlü s.; özgür, liberal | |||||
The Liberal Party has won the elections. (Liberal parti seçimleri kazandı.) | |||||
1530) library; (isim) | |||||
kütüphane, kitaplık | |||||
I borrowed a book from the school library. (Okul kütüphanesinden kitap ödünç aldım.) | |||||
1531) license; (fiil, isim) | |||||
f.; ruhsat vermek, yetki vermek, izin vermek i.; lisans, ruhsat,ehliyet, evlenme cüzdanı | |||||
This license is no longer valid. (Bu lisans artık geçerli değil) | |||||
1532) lie; (fiil, isim) | |||||
yalan söylemek, uzanmak i.; yalan, yatış | |||||
The cat is lying by the fire. (Kedi, ateşin yanında uzanıyor.) | |||||
1533) life; (isim) | |||||
hayat, yaşam, ömür, can | |||||
The time is short between life and death. ( Yaşamla ölüm arasında kısa bir zaman var.) | |||||
1534) lifestyle; (isim) | |||||
yaşam biçimi | |||||
Regular exericise is a part of healthy lifestyle. (Düzenli egzersiz, sağlıklı yaşam biçimin bir parçasıdır.) | |||||
1535) lifetime; (isim) | |||||
i.; hayat, ömür, yaşam, ömür boyu | |||||
During his lifetime, he had witnessed two world wars. (Ömründe, iki dünya savaşına tanıklık etmişti.) | |||||
1336) lift; (fiil, isim) | |||||
f.; kaldırmak, yükseltmek, havalndırmak i.; asansör | |||||
I can’t lift this box. Can you help me? (Bu kutuyu kaldıramıyorum. Bana yardım edebilir misin?) | |||||
1537) light; (isim, fiil, sıfat) | |||||
i.; ışık, ışıltı, günışığı, aydınlık f.; parlamak, ışıldamak, yakmak, tutuşturmak s.; hafif, açık (renk) | |||||
The light of the candle brightened the room. (Mumun ışığı odayı aydınlattı.) | |||||
1538) like; (fiil, edat) | |||||
f.; hoşlanmak, beğenmek, sevmek ed. ; gibi | |||||
Do you like skiing? (Kayak yapmayı sever misin?) | |||||
1539) likely; (zarf, sıfat) | |||||
zf.; büyük ihtimalle, muhtemelen s.; olası, muhtemel | |||||
Tickets are likely to be expensive. (Biletler muhtemelen pahalıdır.) | |||||
1540) limit; (fiil, isim) | |||||
f.; sınırlandırmak, kısıtlamak, limitlerini belirlemek i.; limit, sınır | |||||
Her dreams have no limit. (Onun hayallerinin sınır yok.) | |||||
1541) limitation; (isim) | |||||
sınırlama, kısıtlama, limit | |||||
No one would accept limitation on their freedom. (Kimse özgürlüğünün kısıtlanmasını kabul etmezdi.) | |||||
1542) limited; (sıfat) | |||||
sınırlı, kısıtlı, parçalı | |||||
We managed great things in limited time. (Sınırlı sürede büyük şeyler başardık.) | |||||
1543) line; (fiil, isim) | |||||
f.; çizmek, sıralamak, dizmek i.;çizgi, dizi, sıra,hat | |||||
Do not cross the yellow line. (Sarı çizgiyi geçmeyiniz.) | |||||
1544) link; (fiil, isim) | |||||
f.; bağlamak , birleştirmek i.; bağlantı, bağ | |||||
There is a direct link between smoking and heart diseases. (Sigara içmek ve kalp hastalıkları arasında doğrudan bir bağlantı vardır.) | |||||
1545) lip; (isim) | |||||
dudak | |||||
She kissed him on his lips. (Onu dudaklarından öptü.) | |||||
1546) list; (fiil,isim) | |||||
f.; listelemek, kaydetmek i.; liste, dizelge | |||||
Is your name on the list? (Adın listede var mı?) | |||||
1547) listen; (fiil) | |||||
dinlemek | |||||
The students listened their teacher carefully. (Öğrenciler, öğretmenlerini dikkatle dinlediler.) | |||||
1548) literally; (isim, zarf) | |||||
i.; kelime kelime zf.; harfiyen, gerçekten | |||||
This sentence can’t be literally translated. (Bu cümle harfiyen çevrilemez.) | |||||
1549) literary; (sıfat) | |||||
edebi | |||||
Geoffry Chaucer turned English into a literary language. (Geoffry Chaucer İngilizce’yi edebi bir dil haline getirmiştir.) | |||||
1550) literature; (isim) | |||||
edebiyat, yazın | |||||
I have read many major work of English literature. (İngiliz edebiyatının önemli edebiyat eserlerini okudum.) | |||||
1551) little; (sıfat) | |||||
az, küçük, ufak | |||||
His little brother is five years old. (Küçük oğlan kardeşi beş yaşında.) | |||||
1552) live; (fiil, sıfat) | |||||
f.; yaşamak, hayatta kalmak s.; canlı, yaşayan, hayat dolu | |||||
They live in a big house. (Büyük bir evde yaşıyorlar.) | |||||
1553) living; (sıfat, isim) | |||||
s.; canlı, sağ, diri i.; yaşam, hayat, yaşantı | |||||
There is no living for people in poles. (Kutuplarda insanlar için hayat yoktur.) | |||||
1554) load; (fiil, isim) | |||||
f.; yüklemek, doldurmak i.; yük, ağırlık, yükümlülük | |||||
The truck waited at the warehouse to pick up its load. (Kamyon, deponun önünde yükünü almak için bekledi.) | |||||
1555) loan; (isim, fiil) | |||||
i.; borç, kredi, ödünç f.; borç vermek, ödünç vermek | |||||
It took five years to rapay my loan to him. (Ona borcumu ödemem beş yılımı aldı.) | |||||
1556) local; (sıfat) | |||||
yerel, lokal, yöresel | |||||
It is difficult to understand the local dialect. (yerel lehçeyi anlamak zor.) | |||||
1557) locate; (fiil) | |||||
yerini bulmak, tespit etmek, yerleştirmek | |||||
Police couldn’t locate the suspect. (Polis, şüphelinin yerini tespit edemedi.) | |||||
1558) location; (isim) | |||||
yer, mevki, konum | |||||
What is the exact location of the plain? (Uçağın kesin konumu nedir?) | |||||
1559) lock; (fiil, isim) | |||||
f.; kilitlemek, birbirine geçirmek i.; kilit | |||||
Did you lock the door? (Kapıyı kilitledin mi?) | |||||
1560) long; (sıfat, fiil) | |||||
s.; uzun, çok, yorucu f.; hasret olmak, arzulamak | |||||
It’s the world’s longest tunnel. (O, dünyanın en uzun tüneli.) | |||||
1561) long-term; (sıfat) | |||||
uzun vadeli, uzun süreli | |||||
The public is complaning about long term unemployment. (Halk, uzun süreli işsizlikten yakınıyor.) | |||||
1562)look; (fiil, isim) | |||||
f.; bakmak, görmek, aramak i.; bakış, görünüş | |||||
Look at those horses! (Şu atlara bak!) | |||||
1563) loose; (sıfat, fiil) | |||||
s.; gevşek, bol, serbest f.; salmak, çözmek, gevşetmek | |||||
She wears loose clothes to hide her belly. (Göbeğini saklamak için bol kıyafetler giyer.) | |||||
1564) lose; (fiil) | |||||
kaybetmek, kazanamamak | |||||
I’ve lost my phone. (Telefonumu kaybettim.) | |||||
1565) loss; (isim) | |||||
kayıp, zarar, hasar | |||||
Your husband’s death is a great loss. (Kocanızın ölümü büyük bir kayıp.) | |||||
1566) lost; (sıfat, fiil) | |||||
s.; kayıp, yitik f.; kaybetmek | |||||
He lost money in gambling. (Kumarda para kaybetti.) | |||||
1567) lot; (isim, fiil) | |||||
i.; pay , hisse, talih, yazgı f.; bölüştürmek | |||||
I heard a lot about you. (Senin hakkında çok şey duydum.) | |||||
1568) lots of; (sıfat) | |||||
bir sürü | |||||
There is still lots of food in the fridge. (Buzdolabında hala bir sürü yiyecek var.) | |||||
1569) loud; (sıfat, zarf) | |||||
s.; yüksek (ses), sesli, gürültülü zf.; yüksek sesle | |||||
The music was very loud, I couldn’t hear you. (Müzik çok gürültülüydü, seni duyamadım.) | |||||
1570) love; (fiil, isim) | |||||
f.; sevmek, aşık olmak i.; aşk, sevda, sevgii sevgili | |||||
Their love was love at the first sight. (Onların aşkı, ilk görüşte aşktı.) | |||||
1571) lovely; (sıfat) | |||||
güzel, sevimli | |||||
She is a lovely and nice young lady. (O, sevimli ve hoş bir genç bayan.) | |||||
1572) lover; (isim) | |||||
sevgili, aşık, yar | |||||
He admitted that he used to be her lover. (Eskiden onun sevgilisi olduğunu itiraf etti.) | |||||
1573) low; (isim, sıfat) | |||||
i.; böğürme s.; düşük, az , alçak | |||||
They were eating around a low table. (Alçak bir masanın etrafında yemek yiyorlardı.) | |||||
1574) lower; (fiil, sıfat) | |||||
f.; indirmek, düşürmek, azaltmak s.; aşağı, alt , daha alçak | |||||
Her lower lip trembled in fear. (Alt dudağı korku içerisinde titredi.) | |||||
1575) luck; (isim) | |||||
şans, baht, talih | |||||
She wished me good luck for the job interview. (Bana iş görüşmem için iyi şanslar diledi.) | |||||
1576) lucky; (sıfat) | |||||
şanslı, talihli, kısmetli | |||||
This is your lucky day! Wish something. (Bugün senin şanslı günün! Bir şeyler dile.) | |||||
1577) lunch; (isim, fiil) | |||||
i.; öğle yemeği f.; öğle yemeği yemek | |||||
I usually take a nap after lunch. (Genellikle öğle yemeğinden sonra biraz kestiririm.) | |||||
1578) lung; (isim) | |||||
akciğer | |||||
Smoking is one of the main causes of lung cancer. (Sigara içmek, akciğer kanserinin başlıca nedenlerindendir.) | |||||
M | |||||
1579) machine; (isim) | |||||
makine, mekanizma | |||||
Machines have replaced human labour in industry. (Sanayide, makineler insan gücünün yerine geçti.) | |||||
1580) mad; (sıfat) | |||||
deli, çılgın, öfkeli, kızgın | |||||
I’ll go mad if I have to wait my lunch much longer. (Eğer yemeğimi daha fazla beklemek zorunda kalırsam deliye döneceğim.) | |||||
1581) magazine; (isim) | |||||
dergi, magazin | |||||
She likes reading fashion magazines. (Moda dergileri okumayı sever.) | |||||
1582) mail; (fiil,isim) | |||||
f.; posta ile göndermek i.; posta | |||||
I will check if there is any letter for me. (Benim için mektup var mı diye postamı kontrol edeceğim.).) | |||||
1583) main; (isim, sıfat) | |||||
i.; esas, temel s.; ana, baş, başlıca | |||||
The manager’s office is in the main building. (Müdürün odası ana binada.) | |||||
1584) mainly; (zarf) | |||||
başlıca, esasen, ağırlıklı olarak | |||||
The people in the fair were mainly foreign guests. (Fuardaki insanlar genel olarak yabancı konuklardı.) | |||||
1585) maintain; (fiil) | |||||
sürdürmek, devam ettirmek, bakmak, bakım yapmak | |||||
Azerbaijan and Turkey have always maintained close relations. (Azerbaycan ve Türkiye daima yakın ilişkilerini sürdürmüşlerdir.) | |||||
1586) maintenance; (isim) | |||||
bakım, tamir, sürdürme, devam | |||||
He learnt car maintenance. (O, araba tamiri yapmayı öğrendi.) | |||||
1587) major; (sıfat) | |||||
başlıca, büyük, önemli | |||||
We have encountered major problems. (Büyük problemlerle karşı karşıya kaldık.) | |||||
1588) majority; (isim) | |||||
çoğunluk, çokluk | |||||
Majority of the people is happy with their lives. (İnsanların çoğu hayatlarından mutlular.) | |||||
1589) make; (fiil) | |||||
yapmak, yaptırmak, yaratmak, hazırlamak | |||||
You should make your plans before Christmas. (Noel’den önce planlarını yapmalısın.) | |||||
1590) maker; (isim) | |||||
yapan, yapıcı, yapımcı | |||||
He is an excellent instrument maker. (O, mükemmel bir entstrüman yapıcısıdır.) | |||||
1591) makeup; (isim) | |||||
makyaj | |||||
Use cream to clean your makeup. (Makyajını temizlemek için krem kullan.) | |||||
1592) male; (isim) | |||||
erkek, bay | |||||
All the participants were male. (Katılımcıların hepsi erkekti.) | |||||
1593) mall; (fiil, isim) | |||||
f.; dövmek, vurmak i.; kapalı çarşı, alışveriş merkezi, ağaçlık yol | |||||
Let’s go to the mall. (Alışveriş merkezine gidelim.) | |||||
1594) man; (isim) | |||||
erkek, adam, insan, kişi | |||||
Men and women have equal rights. (Erkekler ve kadınlar eşit haklara sahiptirler.) | |||||
1595) manage; (fiil) | |||||
yönetmek, idare etmek, çekip çevirmek | |||||
He managed this project successfully. (Bu projeyi başarı ile yönetti.) | |||||
1596) management; (isim) | |||||
idare, yönetim | |||||
The hotel management was so rude that they did not give my money back. (Otel yönetimi o kadar kabaydı ki paramı geri vermediler.) | |||||
1597) manager; (isim) | |||||
yönetici, idareci, müdür | |||||
Our manager set a meeting yesterday. (Müdürümüz dün toplantı düzenledi.) | |||||
1598) manner; (isim) | |||||
tavır, davranış, tutum,yöntem | |||||
His manner was agressive. (Agrasif bir tutumu vardı.) | |||||
1599) manufacturer; (isim) | |||||
imalatçı, üretici, fabrikatör | |||||
Japan is know as the major manufacturer of technology. (Japonya, önemli bir teknoloji üreticisi olarak bilinir.) | |||||
1600) manufacturing; (isim) | |||||
imalat, üretim, yapım | |||||
Manufacturing industry was affected by the economic crisis. (İmalat endüstrisi ekonomik krizden etkilendi.) | |||||
1601) many; (sıfat, zarf) | |||||
s.; birçok, bir yığın zf.; çok | |||||
I’ve got too many works to do. (Yapacak bir yığın işim var.) | |||||
1602) map; (isim, fiil) | |||||
i.; harita, plan f.; haritalamak, işaret etmek, saptamak | |||||
The map helped us to find our way. (Harita yolumuzu bulmamıza yardımcı oldu.) | |||||
1603) margin; (isim) | |||||
kenar boşluğu, mesafe, sınır | |||||
Leave a margin on the left. (Solda boşluk bırak.) | |||||
1604) mark; (fiil, isim) | |||||
f.; işaretlemek, damgalamak, notlandırmak i.; iz, işaret, damga, puan | |||||
Mark the words that you don’t know the meaning. (Anlamını bilmediğin kelimeleri işaretle.) | |||||
1605) market; (isim) | |||||
piyasa, Pazar, çarşı, borsa | |||||
She bought some fruits and vegetables at the market. (Pazardan meyve ve sebze aldı.) | |||||
1606) marketing; (isim) | |||||
pazarlama | |||||
Marketing techniques play major role in this field. (Pazarlama teknikleri bu alanda öenmli rol oynar.) | |||||
1607) marriage; (isim) | |||||
evlilik, nikah, evlenme | |||||
Their marriage was celebrated with a magnificent ceremony. (Evlilikleri, görkemli bir törenle kutlandı.) | |||||
1608) married; (sıfat) | |||||
evli, nikahlı | |||||
How long have you been married? (Ne zamandır evlisiniz?) | |||||
1609) marry; (fiil) | |||||
evlenmek, nikahlanmak | |||||
Will you marry me? (Benimle evlenir misin?) | |||||
1610) mask; (fiil, isim) | |||||
f.; maskelemek, gizlemek i.; maske, örtü | |||||
The robbers were wearing masks. (Hırsızlar maske takıyordu.) | |||||
1611) mass; (fiil, isim) | |||||
f.; kümelemek, toplamak, yığmak i.; kütle,yığın | |||||
The sky was full of masses of clouds. (Gökyüzü bulut kütleleriyle kaplıydı.) | |||||
1612) massive; (sıfat) | |||||
çok büyük, iri, ağır , heybetli | |||||
The explosion made a massive hole in the ground. (Patlama, yerde çok büyük bir çukur açtı.) | |||||
1613) master; (isim, fiil) | |||||
i.; üstad, usta f.; üstesinden gelmek, öğrenmek, uzmanlaşmak | |||||
He called himself the master of math. (Kendine matematik ustası diyor.) | |||||
1614) match; (fiil, isim) | |||||
f.; eşleştirmek, uydurmak i.; eş, denk, kibrit, maç | |||||
They are playing an important match against Barcelona on Sunday. (Pazar günü Barselona’ya karşı önemli bir maç oynayacaklar.) | |||||
1615) material; (isim, sıfat) | |||||
i.; materyal, madde, malzeme s.; maddi, maddesel | |||||
We need more materials to make a soap. (Sabun yapmak için daha fazla malzemeye ihtiyacımız var.) | |||||
1616) math; (isim) | |||||
matematik | |||||
He is good at math but I don’t. (O, matematikte iyidir ama ben değilim.) | |||||
1617) matter; (fiil, isim) | |||||
f.; önem taşımak, önemli olmak i.; madde, konu, mesele | |||||
We have more important matters to discuss. (Tartışacak daha önemli meselelerimiz var.) | |||||
1618) may; (isim, fiil) | |||||
i.; mayıs f.; -ebilmek, -ebilir, olası olmak | |||||
This film will be released next May. (Bu film, önümüzdeki mayıs çıkacak.) | |||||
1619) maybe; (bağlaç, ünlem) | |||||
bağ.; belki de ünl.; belki, olabilir | |||||
Maybe you should tell him later. (Belki ona daha sonra söylemelisin.) | |||||
1620) mayor; (isim) | |||||
belediye başkanı | |||||
He was elected mayor. (O, belediye başkanı seçildi.) | |||||
1621) me; (zamir) | |||||
ben, beni, bana | |||||
He told me that he won’t be able to join us. (Bize katılamayacağını söyledi.) | |||||
1622) meal; (isim) | |||||
öğün, yemek | |||||
What would you like to eat on your evening meal? (Akşam yemeğinde ne yemek istersiniz?) | |||||
1623) mean; (fiil, sıfat, isim) | |||||
f.; demek istemek, anlamına gelmek, s.; pinti, adi, kaba i.; orta, ortalama | |||||
Jim is a mean man. He never buys presents to anyone. (Jim cimri bir adamdır. Hiç kimseye asla hediye almaz.) | |||||
1624) meaning; (isim, sıfat) | |||||
i.; anlam, mana, kasıt, yorum s.; anlam, anlamlı, niyetli | |||||
What is the meaning of this word? (Bu sözcüğün anlamı nedir?) | |||||
1625) meanwhile; (zarf) | |||||
bu sırada, tam bu sırada, aynı anda | |||||
I’ll be back in an hour. Meanwhile do your homework. (Bir saat içinde geleceğim. Bu sırada ödevini yap.) | |||||
1626) measure; | |||||
f.; ölçmek i.; ölçü, önlem, tedbir | |||||
A ship’s speed is measured in knots. (Bir geminin hızı nat olarak ölçülür.) | |||||
1627) measurement; (isim) | |||||
ölçü, ölçme, ölçüm | |||||
Do you know the exact measurements of the room? (Odanın tam ölçülerini biliyor musun?) | |||||
1628) meat; (isim) | |||||
et | |||||
She doesn’t eat meat because she is vegetarian. (O et yemez çünkü vejeteryan.) | |||||
1629) mechanism; (isim) | |||||
yöntem, mekanizma, düzenek | |||||
He captured the control mechanism.(Kontrol mekanizmasını ele geçirdi.) | |||||
1630) media; | |||||
medya, basın | |||||
The media doesn’t report news objectively. (Medya, haberleri objektif olarak vermiyor.) | |||||
1631) medical; | |||||
i.; medikal, tıp s.; tıbbi | |||||
Scientists have started a new medical research recently. (Bilimadamları son zamanlarda yeni bir tıbbi araştırma başlattı.) | |||||
1632) medication; (isim) | |||||
ilaç, ilaç tedavisi | |||||
Are you currently taking any medication? (Şu şıralar herhangi bir ilaç alıyor musunuz?) | |||||
1633) medicine; (isim, fiil) | |||||
i.; ilaç, tıp, hekimlik f.; ilaç vermek | |||||
Did you take your medicine? (İlacını aldın mı?) | |||||
1634) medium; (isim, sıfat) | |||||
i.; orta, orta düzey, aracı, gereç d.; ortalama | |||||
We have three sizes- small, medium and large. (Üç beden var- küçük, orta ve büyük.) | |||||
1635) meet; | |||||
buluşmak, görüşmek, karşılaşmak, rastlamak | |||||
I met him after many years. (Onunla yıllar sonra karşılaştım.) | |||||
1636) meeting; | |||||
toplantı, buluşma , karşılaşma | |||||
That was such a boring meeting that I didn’t listen to anyone. (O kadar sıkıcı bir toplantıydı ki kimseyi dinlemedim.) | |||||
1637) member; | |||||
üye, mensup,eleman | |||||
Some of the members were absent. (Üyelerin bazıları yoktu.) | |||||
1638) membership; (isim) | |||||
üyelik | |||||
I applied for a membership of a charity. (Bir yardım derneğinin üyeliğine başvurdum.) | |||||
1639) memory; | |||||
hafıza, bellek, anı | |||||
I have a bad memory for words. (Kelime hafızam kötüdür.) | |||||
1640) mental; (sıfat) | |||||
akli,akılsal, mental, ruhsal | |||||
Her problems are mental, not physical. (Onun sorunları akılsal, fiziksel değil.) | |||||
1641) mention; | |||||
bahsetmek, söz etmek, dile getirmek | |||||
You mentioned in your e-mail that you might come over here. (Yazdığın e postada buraya gelebileceğinden bahsetmiştin.) | |||||
1642) menu; (isim) | |||||
menü,mönü, yemek listesi | |||||
May I have the menu, please? (Menüyü alabilir miyim lütfen?) | |||||
1643) mere; (isim, sıfat) | |||||
i.; bataklık s.; mutlak, salt, sade, sırf | |||||
Even the mere thought of it makes me happy. (Onun yalnızca düşüncesi bile beni mutlu ediyor.) | |||||
1644) merely;(zarf) | |||||
sadece, yalnızca, salt | |||||
He said nothing, merely smiled. (Hiçbir şey söylemedi, yalnızca gülümsedi.) | |||||
1645) mess; (isim, fiil) | |||||
i.; dağınıklık, karışıklık f.; karıştırmak, altüst etmek | |||||
The room was in mess. (Oda dağınıklık içindeydi.) | |||||
1646) message; (isim) | |||||
ileti, mesaj, bildiri | |||||
I sent him a massage to inform him about time of the trip. (Ona, gezinin zamanını bildirmek için bir mesaj attım.) | |||||
1647) metal; (isim, sıfat) | |||||
metal, madde s.; metalik, madeni | |||||
The frame is made of mental. (Çerçeve metalden yapılmış.) | |||||
1648) meter; (isim) | |||||
metre, ölçü, sayaç | |||||
John ran a hundred meters in fifteen seconds. (John, yüz metreyi onbeş saniyede koştu.) | |||||
1649) method; | |||||
yöntem, tarz, usul, metot | |||||
He developed a new method to solve the problem. (Problemi çözmek için yeni bir metot geliştirdi.) | |||||
1650) Mexican; (isim, sıfat) | |||||
i.; meksikalı s.; meksika, meksika’ya özgü | |||||
A mexican reporter wanted to make an interview with me. (Meksikalı bir gazeteci benimle röportaj yapmak istedi.) | |||||
1651) middle; | |||||
i.; orta s.; ortadaki, ara | |||||
He called me in the middle of the night. (Beni gecenin ortasında aradı.) | |||||
1652) might; | |||||
i.; kuvvet, güç f.; -ebilirdi, -e bilmek, olası olmak | |||||
I thought we might go to funfair on Sunday. (Pazar günü lunaparaka gidebilceğimizi düşünmüştüm.) | |||||
1653) military; | |||||
i.; ordu s.; askeri | |||||
Military forces attacked the enemy at dawn. (Askeri kuvvetler, şafak vaktinde düşmana saldırdı.) | |||||
1654) milk; (isim) | |||||
süt | |||||
Can you buy a bottle of milk? (Bir şişe süt alabilir misin?) | |||||
1655) million; | |||||
milyon | |||||
Millions of people died of black death in Europe. (Milyonlarca insan Avrupa’da vebadan öldü.) | |||||
1656) mind; | |||||
f.; önemsemek, ilgilenmek, kulak asmak i.;akıl, zihin | |||||
Her face is still in my mind. (Yüzü hala aklımda.) | |||||
1657) mine; (isim, zamir, fiil) | |||||
i.; mayın, maden zm.; benimki f.; mayın döşemek, maden işletmek | |||||
It is smilar to mine. (Bu benimkinin benzeri) | |||||
1658) minister; (isim) | |||||
bakan, papaz | |||||
The meeting of EU Foreign Ministers is on Monday. (AB Dışişleri Bakanları toplantısı Pazartesi günü.) | |||||
1659) minor; (isim, sıfat) | |||||
i.; reşit olmayan kimse s.; daha küçük, küçük, ufak tefek, reşit olmayan | |||||
There may be some minor changes in the plan. (Planda ufak tefek değişiklikler olabilir.) | |||||
1660) minority; (isim) | |||||
azınlık, reşit olmama | |||||
There is a French- speaking minority in the west of the country. (Ülkenin batısında Fransızca konuşan bir azınlık var.) | |||||
1661) minute; | |||||
dakika, an , tutanak s.; önemsiz, ufak tefek | |||||
The exam will be finished in five minutes. (Sınav 5 dakika sonra bitecek.) | |||||
1662) miracle; (isim) | |||||
mucize | |||||
It is miracle that nobody was killed in the car crash. (Araba kazasında kimsenin ölmemesi bir mucize.) | |||||
1663) mirror; (isim, fiil) | |||||
i.; ayna f.; aksettirmek, yasıtmak | |||||
She looked at herself in the mirror. (Aynada kendine baktı.) | |||||
1664) miss; | |||||
f.; özlemek, isabet etmemek, ıskalamak, kaçırmak i.; ıskalama, evlenmemiş bayan | |||||
He misses his old days. (Eski günlerini özlüyor.) | |||||
1665) missile; (isim) | |||||
merak, atılan şey, mermi, kurşun, füze | |||||
Missile attack on the capital is resuming. (Başkente füze saldırısı devam ediyor.) | |||||
1666) mission; | |||||
misyon, görev, amaç | |||||
He accomplished his mission in the army. (Ordudaki görevini tamamladı.) | |||||
1667) mistake; (isim, fiil) | |||||
i.; yanlış, hata, yanlışlık, yanılgı f.; yanlış anlamak, yanılmak | |||||
Don’t worry, we all make mistakes. (Endişelenme, hepimiz hata yapabiliriz.) | |||||
1668) mix; (fiil, isim) | |||||
f.; karıştırmak, katmak i.; karışım | |||||
If you mix yellow and blue, you get green. (Sarı ve maviyi karıştırırsan yeşil elde edersin.) | |||||
1669) mixture; (isim) | |||||
karışım, karıştırma | |||||
Add the butter to the mixture and beat well. (Karışımın içine yağı ekle ve iyice karıştır.) | |||||
1670) mm ; (isim) | |||||
milimetre | |||||
Use wood of at least 20 mm thickness. (En az yirmi mm kalınlığında tahta kullan.) | |||||
1671) mode; (isim) | |||||
kip, mod, moda,usul, biçim, üslup | |||||
Change your mode of communication. (İletişim biçimini değiştir.) | |||||
1672) model; | |||||
i.; model, manken, kalıp f.; mankenlik yapmak, biçimlendirmek, kalıbını çıkarmak | |||||
She used to want to be a model. (Önceden manken olmak isterdi.) | |||||
1673) moderate; (sıfat, fiil) | |||||
s.; ılımlı, ölçülü, orta dereceli f.; ılımlaştırmak, hafifletmek | |||||
Cook over a moderate heat. (Orta ateşte pişir.) | |||||
1674) modern; | |||||
modern, çağdaş, muasır | |||||
Stress is a major problem of our modern life. (Stres, modern hayatımızın önemli bir sorunudur.) | |||||
1675) modest; (sıfat) | |||||
mütevazi, alçakgönüllü, sade, gösterişsiz | |||||
She is very modest about her success. (Başarısı konusunda çok alçakgönüllüdür.) | |||||
1676) mom; (isim) | |||||
anne | |||||
Where is my mom? (Annem nerede?) | |||||
1677) moment; | |||||
an, lahza, esna | |||||
That moment was the happiest moment of my life. (O an, hayatımın en mutlu anıydı.) | |||||
1678) money; | |||||
para, ücret | |||||
I’ve got no money left. (Hiç param kalmadı.) | |||||
1679) monitor; (fiil, isim) | |||||
f.; izlemek, gözlemek i.; gözlem, monitör | |||||
Each patient’s progress is closely monitored. (Her hastanın gelişimi yakından gözleniyor.) | |||||
1680) month; (isim) | |||||
ay | |||||
She earns $2000 a month. (Ayda 2000 dolar kazanıyor.) | |||||
1681) mood; (isim) | |||||
ruh hali, ruhsal durum | |||||
He is in a bad mood today. (Onun bugün ruh hali kötü.) | |||||
1682) moon; (isim) | |||||
ay, uydu | |||||
How many moons does Jupiter have? (Jüpiter’in kaç tane uydusu var?) | |||||
1683) moral; (isim, sıfat) | |||||
i.; değer, kıssadan hisse, alınacak ders s.; ahlaki, manevi, erdemli | |||||
They live according to their traditional moral values. (Onlar, geleneksel ahlaki değerlerine göre yaşarlar.) | |||||
1684) more; (sıfat, zarf) | |||||
s.; daha fazla, daha çok zf.; daha | |||||
More and more people are getting cancer in early ages. (Gitgide daha fazla insan erken yaşlarda kansere yakalanıyor.) | |||||
1685) moreover; (zarf) | |||||
dahası, üstelik, ayrıca | |||||
I lost a lot money, moreover it was a waste of time. (Bir sürü paramı kaybettim, dahası zaman kaybıydı.) | |||||
1686) morning; (isim) | |||||
sabah | |||||
Every morning I drink a cup of coffee. (Her sabah bir fincan kahve içerim.) | |||||
1687) mortgage; (isim) | |||||
ipotek, rehin (gayrimenkul) | |||||
Our monthly mortgage payment is 2.000 dollars. (Aylık ipotek ödememiz 2000 dolar.) | |||||
1688) most; (sıfat, isim) | |||||
s.; en, en çok, en fazla i.; çoğu | |||||
I spend most money on clothes. (En çok parayı kıyafetlere harcarım.) | |||||
1689) mostly; (zarf) | |||||
çoğunlukla, çoğu zaman, daha çok | |||||
This are of Africa is mostly desert. (Afrika’nın bu alanı çoğunlukla çöl.) | |||||
1690) mother; (isim) | |||||
anne, ana | |||||
His mother was a nurse but she is retired now. (Annesi hemşireyi ama şuan emekli oldu.) | |||||
1691) motion; (isim) | |||||
hareket, devinim | |||||
Rub the cream in with a circular motion. (Kremayı dairesel hareketlerle sür.) | |||||
1692) motivation; (isim) | |||||
motivasyon, teşvik, güdülenme | |||||
He is intelligent but he lack motivation. (O, zeki ancak motivasyon eksikliği var.) | |||||
1693) motor; (isim) | |||||
motor, makine, araba | |||||
Now you can start the motor. (Motoru şimdi çalıştırabilirsin.) | |||||
1694) mount; (fiil, isim) | |||||
binmek, üzerine çıkmak, oturtmak i.; dağ, tepe | |||||
He mounted the platform and started to dance. (Platformun üzerine çıktı ve dans etmeye başladı.) | |||||
1695) mountain; (isim) | |||||
dağ | |||||
Mount Ararat is the highest mountain in Turkey. (Ağrı Dağı, Türkiye’deki en yüksek dağdır.) | |||||
1696) mouse; (isim) | |||||
fare,sıçan | |||||
I saw a big mouse in the garden. (Bahçede büyük bir fare gördüm.) | |||||
1697)mouth; | |||||
ağız, gaga | |||||
A snake’s mouth is very flexible. (Bir yılanın ağzı oldukça esnektir.) | |||||
1698) move; | |||||
i.; hamle, hareket, taşınma f.; hareket etmek, yer değiştirmek, taşınmak | |||||
The bus was already moving when I got there. (Oraya vardığımda otobüs çoktan hareket etmişti.) | |||||
1699) movement; | |||||
hareket, eylem, akım | |||||
There are various movements in our literature history. (Edebiyat tarihimizde birçok akım vardır.) | |||||
1700)movie; | |||||
film, sinema filmi | |||||
The movie we wacthed last night was a waste of time. (Dün izlediğimiz film zaman kaybıydı.) | |||||
1701) Mr; | |||||
i.; bay s.; bey | |||||
Let me introduce you Mr. Brown. (Sizi Bay Brown ile tanıştırıyım.) | |||||
1702) Mrs; | |||||
i.; bayan (evli) s.; hanım | |||||
Mrs. Yıldız is waiting for you in her office. (Bayan Yıldız sizi ofisinde bekliyor.) | |||||
1703) Ms; (isim) | |||||
evli olmayan bayan | |||||
Ms. Green will be back shortly. (Bayan Green kısa sürede geri dönecek.) | |||||
1704) much; (sıfat, zarf) | |||||
s.; fazla, çok zf.; çok, fazlaca, hayli | |||||
I paid much money for these shoes. (Bu ayakkabılar için çok para ödedim.) | |||||
1705) multiple; (sıfat) | |||||
çoklu, birkaç, çeşitli | |||||
We made multiple copies of the page. (Sayfanın çoklu fotokopisini çektik.) | |||||
1706) murder; (fiil, isim) | |||||
f.; cinayet işlemek, öldürmek, katletmek i.; cinayet, öldürme | |||||
What was the murder weapon? (Cinayet silahı neydi?) | |||||
1707) muscle; (isim) | |||||
kas, adale | |||||
These exercises build muscle. (Bu egzersizler kas yapar.) | |||||
1708) museum; (isim) | |||||
müze | |||||
We visited a science museum in London. (Londra’da bir bilim müzesini ziyaret ettik.) | |||||
1709) music;(isim) | |||||
müzik, nağme | |||||
His music style was very interesting. (Onun müzik tarzı çok ilginçti.) | |||||
1710) musical; (sıfat) | |||||
müzikal, müzikle ilgili | |||||
She improved her musical talent. (O, müzikal yeteneğini kanıtladı.) | |||||
1711) musician; (isim) | |||||
müzisyen, çalgıcı | |||||
He is an old jazz musician. (O, eski bir caz müsizyenidir.) | |||||
1712) Muslim; (isim) | |||||
müslüman | |||||
Friday is a holiday in many Muslim countries. (Cuma, birçok Müslüman ülkede tatil günüdür.) | |||||
1713) must; (fiil, isim) | |||||
f.; gerekmek, -meli/-malı i.; zorunluluk, gereklilik | |||||
Cars must not park in front of the entrance. (Arabalar girişin önüne park etmemeli.) | |||||
1714) mutual; (sıfat) | |||||
ortak, karşılıklı | |||||
We both have a mutual interest in art. (Sanata karşı ikimizin de ortak bir ilgisi var.) | |||||
1715) my; (zamir) | |||||
benim | |||||
You can’t wear my clothes without my permission. (Kıyafetlerimi benim iznim olmadan giyemezsin.) | |||||
1716) myself; (zarf, zamir) | |||||
zf.; kendim zm.; bizzat, kendim, kendimi | |||||
I can’t express myself in French very well. (Fransızca’da kendimi çok iyi ifade edemiyorum.) | |||||
1717) mystery; (isim) | |||||
esrar, sır, gizem | |||||
He often tells us stories full of mystery. (Bize sık sık sır dolu hikayeler anlatır.) | |||||
1718) myth; (isim) | |||||
efsane, mit | |||||
There are Gods and Goddess in Greek myths. (Yunan mitlerinde tanrılar ve tanrıçalar vardır.) | |||||
N | |||||
1719) naked; (sıfat) | |||||
çıplak | |||||
The little children ran naked through the beach. (Küçük çocuklar plajda çıplak halde koştular.) | |||||
1720) name; (isim, fiil) | |||||
i.; isim, ad f.; adını koymak, ad vermek, söylemek, ismiyle çağırmak | |||||
We found the name ‘Max’ for our dog. (Köpeğimiz için Max ismini bulduk.) | |||||
1721)narrative; (isim, sıfat) | |||||
i.; anlatı, hikaye, öykü s.; öyküsel, hikaye tarzında | |||||
The story contains more narrative than dialogue. (Hikaye, diyalogdan çok anlatı içeriyor.) | |||||
1722) narrow; (sıfat) | |||||
dar, sıkı | |||||
The road is too narrow for two car go together. (Bu yol iki arabanın yanyana gitmesi için çok dar.) | |||||
1723) nation; (isim) | |||||
millet, halk, ulus | |||||
The African nations fought for their independence. (Afrika halkları özgürlükleri için savaştı.) | |||||
1724) national; (sıfat) | |||||
milli, ulusal | |||||
Our national anthem consists of ten verses. (Bizim ulusal marşımız on kıtadan oluşur.) | |||||
1725) native; (sıfat) | |||||
yerli | |||||
This island is mostly populated by native Americans. (Bu adada çoğunlukla yerli Amerikalılar yaşıyor.) | |||||
1726) natural; (sıfat) | |||||
doğal, doğuştan, natürel ,olağan | |||||
Wild animals should live in their natural habitats. (Vahşi hayvanlar, doğal habitatlarında yaşamalıdır.) | |||||
1727) naturally; (zarf) | |||||
doğal olarak, haliyle, tabii | |||||
Naturally, I get upset when things go wrong. (Doğal olarak bir şeyler kötü gidince üzülürüm.) | |||||
1728) nature; (isim) | |||||
doğa, tabiat, mizaç, yaradılış | |||||
We must preserve the nature. (Doğayı korumalıyız.) | |||||
1729) near; (zarf, sıfat) | |||||
zf.; yakın, yakınında, civarında s.; sıkı, samimi | |||||
As far as i know, he must be near here. (Bildiğim kadarıyla buraya yakın olmalı.) | |||||
1730) nearby; (zarf) | |||||
yakında | |||||
The car is parked nearby. (Araba yakında park edili.) | |||||
1731) nearly; (zarf) | |||||
neredeyse, yaklaşık olarak, hemen hemen, takriben | |||||
I was nearly falling into the well. (Neredeyse kuyuya düşüyordum.) | |||||
1732) necessarily; (zarf) | |||||
ister istemez, muhakkak, ille de | |||||
The weather forecast is not necessarily reliabe. (Hava durumu tahminleri ille de güvenilir değildir.) | |||||
1733) necessary; (sıfat) | |||||
gerekli, gereken, lazım, zprunlu | |||||
All the necessary precautions must be taken. (Bütün gerekli önlemler alınmalı.) | |||||
1734) neck; (isim) | |||||
boyun, elbise yakası | |||||
Giraffes have very long neck. (Zürafaların çok uzun boyunları vardır.) | |||||
1735) need; (fiil, isim) | |||||
f.; ihtiyaç duymak, gerek duymak , gerekli olmak i.; ihtiyaç, gereksinim | |||||
Do you need any help? (Yardıma ihtiyacın var mı?) | |||||
1736) negative; (sıfat) | |||||
olumsuz, negatif | |||||
The crisis had a negative effect on economy. (Krizin ekonomi üzerinde olumsuz etkisi oldu.) | |||||
1737) negotiate; (fiil) | |||||
görüşmek, müzakere yapmak | |||||
The government refused to negotiate with terrorists. (Hükümet, teroristlerle müzakere yapmayı reddetti.) | |||||
1738) negotiation; (isim) | |||||
müzakere, uzlaşma | |||||
The negotiations with the company are continuing. (Şirketle müzakareler devam ediyor.) | |||||
1739) neighbor; (isim) | |||||
komşu | |||||
Our neighbors are very noisy. (Komşularımız çok gürültücü.) | |||||
1740) neighborhood; (isim) | |||||
mahalle, semt, komşuluk | |||||
We grew up in the same neighborhood. (Biz aynı mahallede büyüdük.) | |||||
1741) neither; (sıfat, zamir, bağlaç) | |||||
s.; hiçbir zm.; hiçbiri, ne bu ne öteki bağ.; gerekse | |||||
Which do you like? Neither. (Hangisini beğendin? Hiçbiri.) | |||||
1742) nerve; (isim) | |||||
sinir, asap | |||||
I need something to calm my nerves. (Sinirlerimi yatıştıracak bir şey lazım.) | |||||
1743) nervous; (sıfat) | |||||
sinirli, gergin, tedirgin | |||||
I felt really nervous before the exam. (Sınavdan önce gerçekten çok gergindim.) | |||||
1744) net; (isim, sıfat) | |||||
i.; ağ, şebeke s.; net, kesin | |||||
The net profit of this year is around 2 millions. (Bu yıl net kar 2 milyon civarında.) | |||||
1745) network;(isim) | |||||
ağ, şebeke | |||||
The railway network in Turkey are being extended. (Türkiye’deki demiryolu ağları genişletiliyor.) | |||||
1746) never; (zarf) | |||||
hiç, asla, hiçbir zaman | |||||
She never eats meat, she is a vegetarian. (Asla et yemez, o vejeteryan.) | |||||
1747) nevertheless; (zarf, bağlaç) | |||||
zf.; yine de, buna karşın bağ.;ancak | |||||
I failed. Nevertheless, I tried. (Başarısız oldum. Yine denedim.) | |||||
1748) new; (sıfat) | |||||
yeni, taze | |||||
I bought a new computer last week. (Geçen hafta yeni bilgisayar aldım.) | |||||
1749) newly; (zarf) | |||||
yeni, yakın zamanlarda,geçenlerde | |||||
Newly married couple is waiting a baby. (Yeni evli çift bebek bekliyor.) | |||||
1750) news; (isim) | |||||
haber, haberler | |||||
Have you seen the news about upcoming elections? (Gelecek seçimler hakkındaki haberi izledin mi? | |||||
1751) newspaper; (isim) | |||||
gazete | |||||
She likes reading newspaper while she is having a breakfast. (Kahvaltı yaparken gazete okumayı sever.) | |||||
1752) next; (edat, sıfat, zarf) | |||||
ed.; sonraki, yanında s.; bitişik,sonraki, en yakın, ertese, gelecek, önümüzdeki zf.; ondan sonra | |||||
Your turn, answer the next question. (Sıra sende, sonraki soruyu sen cevapla.) | |||||
1753) nice; (sıfat) | |||||
sevimli, hoş, iyi, güzel | |||||
Her attitudes towards me were nice. (Bana karşı davranışları hoştu.) | |||||
1754) night; (sıfat, isim) | |||||
s.; gece i.; gece | |||||
I played video games all night long. (Tüm gece video oyunları oynadım. | |||||
1753) nine; (isim) | |||||
dokuz | |||||
Banks open at nine o’clock. (Bankalar saat dokuzda açılıyor.) | |||||
1754) no; (ünlem, isim, sıfat) | |||||
ünl.; hayır i.; ret s.; yasak, hiçbir | |||||
She said “No” to his propasal. (Evlilik teklifine “Hayır” dedi.) | |||||
1755) nobody; (zamir, isim) | |||||
zm.; hiç kimse i.; hiç | |||||
Nobody knew what to say. (Hiç kimse ne diyeceğini bilmiyordu.) | |||||
1756) nod; (fiil, isim) | |||||
f.; kafa sallamak, başıyla selam vermek, başı ile onaylamak i.; kafa sallama | |||||
I asked her if he would come to us and she nodded. (Ona bize gelecek misin diye sordum ve o da başıyla onayladı.) | |||||
1757) noise; (isim) | |||||
gürültü, ses | |||||
You are making too much noise. (Çok fazla gürültü yapıyorsunuz.) | |||||
1758) nomination; (isim) | |||||
aday gösterme, atama | |||||
He has had five Oscar nominations. (Onun beş Oscar adaylığı var.) | |||||
1759) none; (zamir, zarf) | |||||
zm.; hiçbirisi, hiç kimse zf.; asla, hiçbir zaman | |||||
None of you will leave this area. (Hiçbiriniz bu bölgeden ayrılmayacaksınız.) | |||||
1760) nonetheless; (zarf) | |||||
bununla birlikte, her şeye rağmen, yine de | |||||
The exam won’t be hard. Nonetheless, we need to study. (Sınav çok zor olmayacak. Yine de biz çalışmalıyız.) | |||||
1761) nor; (bağlaç) | |||||
ne de, ne | |||||
Not a building nor a tree was left standing. (Geride ne bir bina ne bir ağaç kaldı.) | |||||
1762) normal; (sıfat) | |||||
normal, olağan, standart | |||||
I hope things could get back normal. (Umarım her şey normale döner.) | |||||
1763) normally; (zarf) | |||||
normalde, genelde | |||||
She doesn’t normally eat meat. (O normalde et yemez.) | |||||
1764) north; (isim, sıfat, zarf) | |||||
i.; kuzey s.; kuzeydeki, kuzeyden gelen zf.; kuzeye doğru, kuzeyd | |||||
We changed our direction to the north. (Yönümüzü kuzeye çevirdik.) | |||||
1765) northern; (sıfat) | |||||
kuzeyli, kuzey, kuzeye ait | |||||
More people live in the northern part of the town. (Birçok insan kasabanın kuzeyinde yaşıyor.) | |||||
1766) nose; (isim) | |||||
burun, koklama duyusu | |||||
Your nose is running. (Burnun akıyor.) | |||||
1767) not; (zarf) | |||||
değil, yok | |||||
I am not an artist, don’t expect me to draw well. (Ben sanatçı değilim, benden iyi çizim yapmamı bekleme.) | |||||
1768) note; (fiil, isim) | |||||
i.; not, nota, fatura, senet f.; not etmek, kaydetmek, işaretlemek , farkına varmak | |||||
His notes weren’t enough to pass this lesson. (Notları bu dersi geçmek için yeterli değildi.) | |||||
1769) nothing; (isim) | |||||
hiç, hiçbir şey, yok | |||||
There is nothing to worry about. (Endişelenecek bir şey yok.) | |||||
1770) notice; (isim, fiil) | |||||
i.; bildiri, ihbar, duyuru, ihtar, dikkat, farketme f.; farketmek, gözünden kaçmamak | |||||
Did you notice how sad John was? (John’un ne kadar üzgün olduğunu farkettin mi?) | |||||
1771) notion; (isim) | |||||
kavram, nosyon, düşünce, fikir | |||||
Our political system is based on the notions of equality and liberty. (Siyasi sistemimiz eşitlik ve özgürlük kavramları üzerine kuruludur.) | |||||
1772) novel; (isim) | |||||
roman | |||||
I like reading historic novels. (Tarihi romanları okumayı severim.) | |||||
1773) now; (zarf) | |||||
şimdi, hemen, şu anda | |||||
What time is it in New York now? (Şu an New York’ta saat kaç?) | |||||
1774) nowhere; (isim, zarf) | |||||
i.; hiçbir yer zf.; hiçbir yerde, hiçbir yere | |||||
There was nowhere for me to sit. (Oturacak hiçbir yer yoktu.) | |||||
1775)n’t; | |||||
değil (can’t, don’t, haven’t gibi) | |||||
I don’t know what to say. (Ne diyeceğimi bilemiyorum) | |||||
1776) nuclear; (sıfat) | |||||
nükleer | |||||
The country has nuclear weapons. (Ülkenin nükleer silahları var.) | |||||
1777) number; (fiil, isim) | |||||
f.; numaralamak, sayı saymak i.; numara, rakam, sayı, miktar, adet | |||||
Dial this phone number to talk the manager. (Yöneticiyle konuşmak için bu telefon numarasını tuşlayınız.) | |||||
1778) numerous; (sıfat) | |||||
sayısız, birçok, çok sayıda | |||||
I have numerous book in my library. (Kütüphanemde çok sayıda kitap var.) | |||||
1779) nurse; (fiil, isim) | |||||
f.; bakıcılık yapmak, hemşirelik yapmak, emzirmek i.; hemşire | |||||
Her dream is to become a nurse. (Onun hayali hemşire olmak.) | |||||
1780) nut; (isim) | |||||
fındık | |||||
They are gathering nuts. (Onlar fındık topluyorlar.) | |||||
1781) object; (fiil, isim) | |||||
f.; karşı çıkmak, itiraz etmek i.; amaç, obje, nesne, cisim | |||||
I object to your opinion. (Senin fikrine itiraz ediyorum.) | |||||
O | |||||
1782) objective; (isim, sıfat) | |||||
i.; hedef, amaç s.; nesnel, objektif, tarafsız | |||||
You should be more objective when criticising. (Eleştiri yaparken daha nesnel olmalısın.) | |||||
1783) obligation; (isim) | |||||
zorunluluk, mecburiyet, mükellefiyet | |||||
Paying taxes is our legal obligation. (Vergi vermek bizim yasal zorunluluğumuz.) | |||||
1784) observation; (isim) | |||||
gözlem, gözetim, inceleme | |||||
The suspect is being kept under observation. (Şüpheli gözlem altında tutuluyor.) | |||||
1785) observe; (fiil) | |||||
gözlemlemek, incelemek | |||||
Have you observed any changes lately? (Son zamanlarda bir değişim gözlemledin mi?) | |||||
1786) observer; (isim) | |||||
gözlemci, gözetmen, gözcü | |||||
According to the observers, the plane exploded shortly after take off. (Gözlemcilere göre uçak kalktıktan kısa bir süre sonra patlamış.) | |||||
1787) obtain; (fiil) | |||||
elde etmek, edinmek, kazanmak, ele geçirmek | |||||
I finally obtained information from the professor. (Sonunda profesörden bilgi edindim.) | |||||
1788) obvious; (sıfat) | |||||
belli, apaçık, bariz | |||||
It is obvious that you don’t want to come with us. (Belli ki bizimle gelmek istemiyorsun.) | |||||
1789) obviously; (zarf) | |||||
apaçık, besbelli, açıkçası | |||||
You are obviously sleepy. (Apaçık uykusulusun.) | |||||
1790) occasion; (isim) | |||||
fırsat, olay, durum, ortam | |||||
I can remember very few occasions from my childhood. (Çocukluğumdan çok az olayı hatırlayabiliyorum.) | |||||
1791) occasionally; (zarf) | |||||
ara sıra, zaman zaman | |||||
These symptoms can occasionally lead serious diseases. (Bu belirtiler zaman zaman ciddi hastalıklara yol açabilir.) | |||||
1792) occupation; (isim) | |||||
iş, uğraş, meslek | |||||
What is your mother’s occupation? (Annenin mesleği nedir?) | |||||
1793) occupy; (fiil) | |||||
işgal etmek, meşgul etmek, oyalamak, zamanını almak, tutmak | |||||
The capital has been occupied by the foreign military forces. (Başkent yabancı askeri güçler tarafından işgal edildi.) | |||||
1794) occur; (fiil) | |||||
meydana gelmek, olmak, ortaya çıkmak | |||||
When did the event occur? (Bu olay ne zaman meydana geldi?) | |||||
1795) ocean; (isim) | |||||
okyanus | |||||
Ocean levels are rising. (Okyanus seviyesi yükseliyor.) | |||||
1796) odd; (sıfat) | |||||
garip, tuhaf, acayip, sıradışı | |||||
There is something odd about that girl. (BU kızda tuhaf bir şeyler var.) | |||||
1797) odds; (isim) | |||||
şans, olasılık, ihtimal | |||||
The odds are very much in favour. (Olasılıklar bizim tarafımızda. ) | |||||
1798) of; edat, fiil) | |||||
ed.; -nın, -nin, -den, -dan, hakkında f.; bir şeyden övünerek bahsetmek | |||||
I showed him a photo of my dog. (Ona köpeğimin fotoğrafını gösterdim.) | |||||
1799) off; (sıfat, zarf, fiil) | |||||
s.; kapalı, izinli, bozuk, uzak, kötü, yorgun zf.; dışında, haricinde, uzakta f.; öldürmek | |||||
As I reached the station, I got off the bus. (İstasyona vardığımda otobüsten indim.) | |||||
1800) offense; (isim) | |||||
suç, gücenme, dargınlık, kırgınlık | |||||
I am sorry I meant no offense. (Afedersin, gücendirmek istememiştim.) | |||||
1801) offensive; (sıfat) | |||||
saldıran, saldırgan, kırıcı | |||||
Your comments are deeply offensive. (Yorumların oldukça kırıcı.) | |||||
1802) offer; (isim, fiil) | |||||
i.; teklif, öneri, sunma, arz f.; teklif etmek, önermek, sunmak, arz etmek | |||||
They decided to offer him a job. (Ona bir iş teklif etmeye karar verdiler.) | |||||
1803) office; (isim) | |||||
ofis, büro, iş yeri, makam odası | |||||
Are you going to office today? (Bugün ofise gidiyor musun?) | |||||
1804) officer; (isim) | |||||
memur, görevli, polis memuru, subay | |||||
The police officer arrested the thief. (Polis memuru hırsızı tutukladı.) | |||||
1804) official; (isim, sıfat) | |||||
i.; memur, resmi yetkili, görevli s.; resmi | |||||
The president made an official visit to Berlin in April. (Başkan, nisan ayında Berlin’e resmi bir gezi yaptı.) | |||||
1805) often; (zarf) | |||||
sık sık, genellikle, çok kez | |||||
How often do you go to the cinema? (Ne sıklıkla sinemaya gidersin?) | |||||
1806) oh; (ünlem) | |||||
ha, ah | |||||
Oh, how gorgeous! (Ah, ne kadar muhteşem!) | |||||
1807) oil; (isim, fiil) | |||||
i.; yağ, sıvıyağ, petrol f.; yağlamak | |||||
Put some oil in the salad. (Salataya biraz yağ koy.) | |||||
1808) ok; (isim, sıfat, fiil, ünlem) | |||||
i.; izin, kabul, onay s.; iyi f.; onaylamak, kabul etmek ünl.; olur, tamam | |||||
OK, let’s go. (Tamam, gidelim.) | |||||
1809) okay; (ünlem, isim, sıfat) | |||||
ünl.; tamam i.; tasdik, onay s.; iyi, uygun | |||||
Okay, I accept my mistake. (Tamam, hatamı kabul ediyorum.) | |||||
1810) old; (sıfat) | |||||
eski, yaşlı, ihtiyar, modası geçmiş | |||||
The baby is only a few months old. (Bebek yalnızca birkaç aylık.) | |||||
1811) Olympic; (sıfat) | |||||
olimpik, olimpiyat | |||||
He is an olympic champion. (O, bir olimpiyat şampiyonudur.) | |||||
1812) on; (edat, sıfat, zarf) | |||||
ed.; üstünde, üzerinde, -de/-da s.; açık, devrede, hazır, devam etmekte olan zf.; konusunda, hakkında, aralıksız | |||||
The car keys are on the table. (Araba anahtarları masanın üzerinde.) | |||||
1813) once; (zarf) | |||||
bir kez, bir kere, bir keresinde, eskiden, bir zamanlar | |||||
This song was famous once, but nobody listens it today. (Bu şarkı bir zamanlar meşhurdu ancak artık kimse dinlemiyor.) | |||||
1814) one; (isim, sıfat, zamir) | |||||
i.; bir, birisi s.; tek, bir tane zm.; biri | |||||
Do you want one or two? (Bir tane mi istersin iki tane mi?) | |||||
1815) ongoing; (sıfat) | |||||
süregelen, devam eden | |||||
There is an ongoing discussion between two countries. (İki ülke arasında devam eden bir müzakere var.) | |||||
1816) onion; (isim) | |||||
soğan | |||||
Chop the onions finely. (Soğanları ince ince doğra.) | |||||
1817) online; (sıfat, zarf) | |||||
s.; bağlantılı, online zf.; online olarak | |||||
Online shopping has become a trend. (Online alışveriş bir trend haline geldi.) | |||||
1818) only; (sıfat, zarf) | |||||
s.; tek , bir, biricik, eşsiz, yalnız zf.; yalnızca, sadece | |||||
Jane is their only daughter. (Jane onların tek kızı.) | |||||
1819) onto; (edat) | |||||
üzerine, üstüne | |||||
Move the books onto the third shelf. (Kitapları üçüncü rafın üzerine çıkar.) | |||||
1820) open; (fiil, sıfat) | |||||
f.; açmak, açılmak, başlamak, başlatmak s.; açık, geniş, serbest, dürüst, içten, ferah | |||||
I can’t keep my eyes open, I am so sleepy. (Gözlerimi açık tutamıyorum, çok uykum var.) | |||||
1821) opening; (isim) | |||||
açma, açılış, açıklık, ağız | |||||
The president made an impressive speech at the opening ceramony. (Başkan, açılış töreninde etkileyici bir konuşma yaptı.) | |||||
1822) operate; (fiil) | |||||
ameliyat etmek, işletmek, çalıştırmak, idare etmek | |||||
Solar panels can only operate in the sunlight. (Güneş panelleri yalnızca güneş ışığında çalıştırılabilir.) | |||||
1823) operating; (isim, sıfat) | |||||
i.; ameliyat, işletme, çalıştırma s.; faaliyet yürüten | |||||
The patient is waiting in the operating room. (Hasta, ameliyat odasında bekliyor.) | |||||
1824) operation; (isim) | |||||
operasyon,ameliyat, harekat, işlem, faaliyet | |||||
The heart operation took two hours. (Ameliyat iki saat sürdü.) | |||||
1825) operator; (isim) | |||||
operatör, çalıştıran kişi, işletmeci | |||||
He works as machine operator. (O, makine operatörü olarak çalışıyor.) | |||||
1826) opinion; (isim) | |||||
düşünce, fikir, görüş | |||||
Everyone should tell his/her opinion in democratic societies. (Demokratik toplumlarda herkes fikrini söylemelidir.) | |||||
1827) opponent; (isim, sıfat) | |||||
i.; rakip, düşman s.; karşıt, aleyhtar | |||||
They managed to beat their opponents. (Rakiplerini yenmeyi başardılar.) | |||||
1828) opportunity; (isim) | |||||
fırsat, imkan, olanak, şans | |||||
At least I can give you the opportunity of explaining what happend. (Sana, en azından ne olduğunu anlatma fırsatı verebilirim.) | |||||
1829) oppose; (fiil) | |||||
karşı çıkmak, başkaldırmak, muhalefet yapmak | |||||
Her parents are oppesed to her marriage. (Anne babası onun evliliğine karşo çıktı.) | |||||
1830) opposite; (isim, sıfat, edat) | |||||
i.;zıt s.; ters, zıt, aksi, karşıt, muhalif ed.; karşısında | |||||
They went in opposite directions. (Zıt yönlerden gittiler.) | |||||
1831) opposition; (isim) | |||||
muhalefet, karşı koyma, itiraz | |||||
He spent three years in prison for his opposition to the regime. (Rejime karşı muhalefeti olduğu için hapiste üç yıl geçirdi.) | |||||
1832) option; (isim) | |||||
seçenek, tercih, seçme, opsiyon | |||||
I had no option but to leave. (Ayrılmaktan başka çarem yoktu.) | |||||
1833) or; (bağlaç) | |||||
ya da, veya, yoksa, ya | |||||
There are people who don’t have homes, jobs or family. (Evi, işi ya da ailesi olmayan insanlar var.) | |||||
1834) orange; (isim) | |||||
portakal, turuncu | |||||
Would you like some orange juice? (Biraz portakal suyu ister misiniz?) | |||||
1835) order; (isim, fiil) | |||||
i.; düzen, emir, buyruk, sipariş, sıra f.; emir vermek, tertiplemek, düzen sağlamak, sipariş vermek | |||||
The names are listed in alphabetical order. (İsimler alfabetik sıraya göre listeli.) | |||||
1836) ordinary; (sıfat) | |||||
sıradan, olağan, basit, alışılmış | |||||
How was your day? It was ordinary. (Günün nasıl geçti? Sıradandı.) | |||||
1837) organic; (sıfat) | |||||
organik, canlı, bedensel | |||||
You shoul prefer organic vegetables and fruits for your health. (Sağlığınız için organik sebze ve meyveleri tercih etmelisiniz.) | |||||
1838) organization; (isim) | |||||
organizasyon, örgüt, kurum, kuruluş, dernek, teşkilatlanma | |||||
She is the leader of a voluntary organization. (Gönüllü bir organizasyonun lideri.) | |||||
1839) organize; (fiil) | |||||
organize etmek, düzenlemek, tertiplemek, hazırlamak | |||||
They organized a great party for their daughter’s birthday. (Kızlarının doğum günü için büyük bir parti düzenlediler.) | |||||
1840) orientation; (isim) | |||||
oryantasyon, çevreye uyum sağlama, bir yere alışma, yönelim | |||||
This is orientation week for all our new workers. (Bu hafta tüm yeni çalışanlarımız için oryantasyon haftası.) | |||||
1841) origin; (isim) | |||||
köken, kaynak, orijin | |||||
The origin of the word is Arabic. (Kelimenin kökeni Arapçadır.) | |||||
1842) original; (sıfat) | |||||
orijinal, özgün,asıl | |||||
That is a very original idea. (Bu çok özgün bir fikir.) | |||||
1843) originally; (zarf) | |||||
aslen, aslında, köken olarak | |||||
Our family originally came from Iran. (Ailemiz köken olarak İran’dan geliyor.) | |||||
1844) other; (sıfat, zamir) | |||||
s.; diğer, öbür, öteki, başka zm.; diğeri, öbürü | |||||
Are there any other questions? (Başka soru var mı?) | |||||
1845) others; (zamir) | |||||
diğerleri, başkaları | |||||
Some pictures are better than others. (Bazı resimler diğerlerinden daha iyi.) | |||||
1846) otherwise; (zarf) | |||||
aksi halde, başkaca | |||||
I borrowed some money. Otherwise, I couldn’t have afforded the trip. (Biraz borç para aldım. Aksi halde bu geziye maddi gücüm yetmezdi.) | |||||
1847) ought; (fiil, sıfat) | |||||
f.; -meli/ -malı, gerekli i.; zorunluluk, yükümlülük | |||||
You ought to apologize. (Özür dilemelisin.) | |||||
1848) our; (zamir) | |||||
bizim | |||||
I showed them some of our photos. (Onlara bazı fotoğraflarımızı gösterdim.) | |||||
1849) ourselves; (zamir) | |||||
kendimiz, biz | |||||
We shouldn’t blame ourselves for her actions. (Onun yaptıkları yüzünden kendimizi suçlamamalıyız.) | |||||
1850) out; (isim, zarf, fiil, sıfat) | |||||
i.; çıkış, çıkar yol, çözüm, çizgi dışı zf.; dışarı, dışarıya,dışarıda f.; çıkarmak, meydana çıkmak, kovmak s.; dış, harici, bitmiş, uzak, eskimiş, modası geçmiş | |||||
I called him but he was out. (Onu aradım ama dışarıdaydı.) | |||||
1851) outcome;(isim) | |||||
sonuç, netice , çıktı, ürün | |||||
What was the outcome of your research? (Araştırmanızın sonuçları nelerdi?) | |||||
1852) outside; (zarf, isim, sıfat, edat) | |||||
zf.;dışarı, dıştan, dışarıya i.; dış, dış taraf s.; dış, dışarıdaki, harici ed.;dışında, dışına | |||||
You can’t open the window from the outside. (Pencereyi dışarıdan açamazsın.) | |||||
1853) oven; (isim) | |||||
fırın, ocak | |||||
She bakes cakes in the oven. (Kekleri fırında pişirdi.) | |||||
1854) over; (sıfat, zarf, edat) | |||||
s.; bitmiş, üstün, çok fazla, aşırı zf.; fazla, tekrar,yine, üzerine, aşırı, her yerinden, baştan sona ed.; üzerinde, üstünde, üstünden, hakkında, karşıya, öbür tarafa, boyunca | |||||
By the time I arrived, the meeting was over. (ben vardığımda toplantı bitmişti.) | |||||
1855) overall; (sıfat, zarf) | |||||
s.; etraflı, geniş kapsamlı, genel zf.; tam, genel olarak | |||||
They made an overall asessment after the meeting. (Toplantıdan sonra genel bir değerlendirme yaptılar.) | |||||
1856) overcome; (fiil) | |||||
üstesinden gelmek, yenmek, alt etmek | |||||
She overcame all difficulties on her own. (O, kendi başına tüm zorlukların üstesinden geldi.) | |||||
1857) overlook; (fiil) | |||||
aldırmamak, hoşgörmek, gözünden kaçmak, dikkate almamak | |||||
It seems that they have overlooked one important fact. (Önemli bir gerçeği gözden kaçırmı gibi görünüyorlar.) | |||||
1858) owe; (fiil) | |||||
borçlu olmak, minnettar olmak | |||||
He still owes five thousand dollars to his father. (Babasına hala beş bin dolar borcu var.) | |||||
1859) own; (zamir, fiil, sıfat) | |||||
zm.; kendi, kendinin f.; sahip olmak s.; özel | |||||
Is that your own car? (Bu senin kendi araban mı?) | |||||
1860) owner; (isim) | |||||
sahip,mal sahibi | |||||
He is the owner of a textile factory. (O, bir tekstil fabrikasının sahibi.) | |||||
P | |||||
1861) pace; (fiil, isim) | |||||
f.;adımlamak, gezinmek i.; tempo, adım, yürüyüş | |||||
The runners have quickened their pace. (Yarışçılar tempolarını hızlandırdı.) | |||||
1862) pack; (fiil, isim) | |||||
f.; paketlemek, ambalajlamak , eşyalarını toplamak i.; ambalaj, paket, sargı | |||||
I have packed a few things into the suitcase. (Valizin içine birkaç şey topladım.) | |||||
1863) package; (fiil, isim) | |||||
f.; paketlemek i.; paket, koli, ambalaj | |||||
There is a large package for you. (Size büyük bir paket var.) | |||||
1864) page; (isim) | |||||
i.; sayfa, uşak, otel garsonu, komi f.; sayfaları numaralandırmak | |||||
Turn to page 50. (Sayfa 50’ye çevirin.) | |||||
1865) pain; (isim) | |||||
ağrı, sancı, sızı, acı, ızdırap | |||||
She is suffering from chest pain. (Göğüs ağrısı çekiyor.) | |||||
1866) painful; (sıfat) | |||||
ağrılı, sancılı, eziyetli | |||||
Her treatment process was painful. (Onun tedavi süreci çok sancılıydı.) | |||||
1867) paint; (fiil, isim) | |||||
f.; boyamak, resmetmek i.; boya, makyaj malzemesi | |||||
The walls were painted blue. (Duvarlar maviye boyandı.) | |||||
1868) painter; (isim) | |||||
ressam, boyacı | |||||
Picasso is a well known painter. (Picasso tanınmış bir ressamdır.) | |||||
1869) painting; (isim) | |||||
resim, boyama, tablo, yağlı boya | |||||
Painting and music are her biggest hobbies. (resim ve müzik onun en büyük hobileri.) | |||||
1870) pair; (isim, fiil) | |||||
i.; çift, eş f.; çift olmak, eşleşmek, eşleştirmek | |||||
She bought a pair of gloves. (Bana bir çift eldiven aldı.) | |||||
1871) pale; (sıfat) | |||||
soluk, solgun, renksiz, cansız | |||||
You look pale. Are you ill? (Solgun görünüyorsun. Hasta mısın?) | |||||
1872) Palestinian; (isim, sıfat) | |||||
i.; filistinli s.; filistin | |||||
The Pastinians had to leave their home after war. (Filistinliler savaştan sonra evlerini terk etmek zorunda kaldılar.) | |||||
1873) palm; (isim) | |||||
palmiye, hurma ağacı, avuç, avuç içi | |||||
John is planting a palm tree in his backyard. (John arka bahçesine palmiye ağacı dikiyor.) | |||||
1874) pan; (isim) | |||||
tava, tepsi | |||||
Melt the butter in a pan. (Yağı bir tavanın içinde erit.) | |||||
1875) panel; (isim) | |||||
pano, tabla, panel | |||||
The important politicians are going to meet in this panel. (Önemli siyasetçiler bu panelde buluşacak.) | |||||
1876) pant; (isim, fiil) | |||||
i.; soluma f.; hızlı hızlı solumak, nefes nefese kalmak | |||||
1877) paper; (isim, fiil) | |||||
i.; kağıt , duvar kağıdı, gazete, rapor , yazılı ödev f.;üzerine kağıt kaplamak, duvar kağıdıyla kaplamak | |||||
He wrote his name on a piece of paper. (Bir parça kağıdın üzerine ismini yazdı.) | |||||
1878) parent; (isim, fiil,sıfat) | |||||
i.; anne- baba, veli f.; ebeveynlik etmek s; temel, esas | |||||
He is not living with his parents anymore. (Artık anne babasıyla yaşamıyor.) | |||||
1879) park; (isim, fiil) | |||||
i.; park, mesire f.; park etmek | |||||
You can’t park your car here. (Arabanızı buraya park edemezsiniz.) | |||||
1880) parking; (isim) | |||||
park etme, park | |||||
I finally found a parking space. (Sonunda bir park alanı buldum.) | |||||
1881) part; (isim, fiil) | |||||
i.; kısım, parça, bölüm, taraf, görev f.; kısımlara ayırmak, parçalamak | |||||
We have done the difficult part of the work. (işin zor kısmını bitirdik.) | |||||
1882) participant; (isim) | |||||
katılımcı, iştirakçı | |||||
All the participants gathered in the main hall. (Bütün katılımcılar ana salonda toplandı.) | |||||
1883) participate; (fiil) | |||||
katılmak, ortak olmak, iştirak etmek | |||||
We encourage students to participate in the social clubs. (Öğrencileri sosyal klüplere katılmaya teşvik ediyoruz.) | |||||
1884) participation; (isim) | |||||
katılım, ortaklık, iştirak | |||||
1885) particular; (sıfat, isim) | |||||
s., belirli, belli, özel, şahsi, özgü i.; özellik, madde | |||||
Is there a particular type of book you enjoy? (Sevdiğin belirli bir kitap türü var mı?) | |||||
1886) particularly; (zarf) | |||||
özellikle | |||||
I enjoyed the movie, particularly the second half. (Filmi beğendim, özellikle de ikinci yarısını.) | |||||
1887) partly; (zarf) | |||||
kısmen, yer yer, bir ölçüde | |||||
She was only partly responsible for the accident. (O, kazadan kısmen soumluydu.) | |||||
1888) partner; (isim) | |||||
ortak, partner, paydaş, eş, hayat arkadaşı | |||||
How did you meet your partner? (Eşinle nasıl tanıştın?) | |||||
1889) partnership; (isim) | |||||
ortaklık | |||||
We are making new agreements to strengthen our partnership. (Ortaklığımızı güçlendirmek için yeni anlaşmalar yapıyoruz) | |||||
1890) party; (isim, fiil) | |||||
i.; parti, alem, eğlence, taraf, şahıs, cemiyet, kurum f.; parti yaparak kutlamak | |||||
Did you go to her birthday party? (Onun doğum günü partisine gittin mi?) | |||||
1891) pass; (fiil, isim) | |||||
f.; geçmek, geçirmek, vermek, pas vermek (sporda) , geçip gitmek, devretmek i.; geçiş, geçit, paso, pasaport | |||||
The road was so narrow that cars were unable to pass. (Yol öyle dardı ki arabalar geçemedi.) | |||||
1892) passage; (isim) | |||||
pasaj, geçit, geçiş, kanal | |||||
Our office is just along the passage. (Ofisimiz pasajın içinde.) | |||||
1893) passenger; (isim) | |||||
yolcu, gezgin | |||||
The train was full of passengers. (Tren yolcu doluydu.) | |||||
1894) passion; (isim) | |||||
tutku, hırs, ihtiras | |||||
He has a passion for painting. (Resim yapmaya tutkusu var.) | |||||
1895) past; (sıfat, isim) | |||||
s.; geçmiş, geçen, geçenki, önceki i.; mazi, geçmiş zaman | |||||
I haven’t seen him in the past few weeks. (Onu geçen birkaç haftadır görmedim.) | |||||
1896) patch; (isim, fiil) | |||||
i.; yama, onarma, arsa, arazi parçası f.; yamamak | |||||
They are growing vegetables in this patch. (Bu arsada sebze yetiştiriyorlar.) | |||||
1897) path; (isim) | |||||
yol, keçiyolu, patika | |||||
We walked along a narrow path. (Dar bir patika boyunca yürüdük.) | |||||
1898) patient; (sıfat, isim) | |||||
s.; sabırlı, hoşgörülü i.; hasta | |||||
The patient will soon recover from her illness. (Hasta, yakında sağlığına kavuşacak.) | |||||
1899) pattern; (isim, fiil) | |||||
i.; model, kalıp, şablon, desen , numune, örnek f.; şekillerle süslemek, modellemek | |||||
She showed me a tshirt with a floral pattern. (Bana çiçek desenli bir tişört gösterdi.) | |||||
1900) pause; (fiil, isim) | |||||
f.; duraklamak, mola vermek, ara vermek i.; ara verme, ara, durma | |||||
She paused at the door and took a deep breath. (Kapıda durakladı ve derin bir nefes aldı.) | |||||
1901) pay; (isim, fiil) | |||||
i.; ücret, ödeme, maaş f.;ödemek, karşılığını vermek, cezasını çekmek | |||||
Are you paying in cash or by credit card? (Nakit mi ödeyeceksin yoksa kredi kartıyla mı?) | |||||
1902) payment; (isim) | |||||
ödeme, harcama, ücret, maaş | |||||
Can I use credit card for payment? (Ödeme için kredi kartı kullanabilir miyim?) | |||||
1903) PC; (isim) | |||||
kişisel bilgisayar | |||||
They are watching a movie on PC. (Bilgisayarda film izliyorlar.) | |||||
1904)peace; (isim) | |||||
barış,uzlaşma, huzur, selamet | |||||
After years of war, people have begun to live in peace. (Uzun yıllar süren savaştan sonra insanlar barış içinde yaşamaya başladı.) | |||||
1905) peak; (isim, fiil) | |||||
i.; doruk, zirve f.; zirveye çıkmak, doruğa ulaşmak | |||||
I am at the peak of my career. (Kariyerimin zirvesindeyim.) | |||||
1906) peer; (isim, fiil) | |||||
akran, eş, yaşıt f., çıkmak, dikkatle bakmak | |||||
He went to the window and peered out. (Pencereye gitti ve dikkatle dışarı baktı.) | |||||
1907) penalty; (isim) | |||||
ceza, penaltı | |||||
They should abolish the death penatly. (Ölüm cezasını kaldırmaları gerek.) | |||||
1908) people; (isim) | |||||
insanlar, millet, halk, ümmet, kalabalık | |||||
Many young people are out of work. (Birçok genç insan işsiz.) | |||||
1909) pepper; (isim) | |||||
biber | |||||
Add some pepper into sauce. (Sosun içine biraz biber ekle.) | |||||
1910) per; (zarf, edat) | |||||
zf.; her ed.; her biri için, başına | |||||
How much is the average wage per hour? (Saat başı ortalama ücret ne kadar?) | |||||
1911) perceive; (fiil) | |||||
algılamak, idrak etmek, farkına varmak, ayrımsamak | |||||
I perceived a change in his talk. (Onun konuşmasında bir değişiklik fark ettim.) | |||||
1912) percentage; (isim) | |||||
yüzde, hisse, yüzdelik | |||||
What percentage of the population is under 18? (Nüfusun yüzde kaçı 18 yaşın altında?) | |||||
1913) perception; (isim) | |||||
algı, algılama, idrak, kavrama | |||||
Our perception of reality can be can be different. (Gerçek algımız farklı olabilir.) | |||||
1914) perfect; (sıfat) | |||||
mükemmel, kusursuz,müthiş, harika | |||||
You look perfect in this dress. (Bu elbisenin içinde mükemmel görünüyorsun.) | |||||
1915) perfectly; (zarf) | |||||
mükemmel olarak, kusursuz bir şekilde | |||||
Do you understand? Yes, perfectly. (Anladın mı? Evet, kusursuz şekilde.) | |||||
1916) perform; (fiil) | |||||
icra etmek, yapmak, yerine getirmek, rol yapmak, oynamak (oyuncu), canlandırmak, müzik eserin çalmak, performans sergilemek | |||||
The play was first performed in 1995. (Oyun, ilk kez 1995’te oynandı.) | |||||
1917) performance; (isim) | |||||
performans, gösteri, sahneye koyma, icra etme, yapma, yerine getirme | |||||
The performance starts at eight o’clock. (Gösteri, saat sekizde başlıyor.) | |||||
1918) perhaps; (zarf) | |||||
belki, muhtemelen | |||||
Perhaps it will be sunny tomorrow. (Yarın belki güneşli olacak.) | |||||
1919) period; (isim) | |||||
dönem,süre, zaman, devir, çağ, aybaşı, regl | |||||
He did his all works in a short period. (Kısa bir sürede bütün işlerini halletti.) | |||||
1920) permanent; (sıfat) | |||||
daimi, kalıcı, temelli | |||||
She is looking for a permanent job. (Daimi bir iş arıyor.) | |||||
1921) permission; (isim) | |||||
izin, müsaade | |||||
I don’t need your permission to go out. (Dışarı çıkmak için senin iznine ihtiyacım yok.) | |||||
1922) permit; (isim, fiil) | |||||
i.; izin, ruhsat f.; izin vermek, müsaade etmek | |||||
Permit me to offer you some advice. (Size birkaç tavsiye vermeme izin verin.) | |||||
1923) person; (isim) | |||||
kişi, şahıs, zat, birey | |||||
I am not a jealous person. (Ben kıskanç bir kişi değilim.) | |||||
1924) personal; (sıfat) | |||||
kişisel, özel, şahsi, bireysel | |||||
I want to state my own personal opinion. (Kendi şahsi görüşümü belirtmek istiyorum.) | |||||
1925) personality; (isim) | |||||
kişilik, şahsiyet, benlik | |||||
Your brother has strong personality in spite of his age. (Kardeşinin yaşına rağmen güçlü bir kişiliği var.) | |||||
1926) personally; (zarf) | |||||
kişisel olarak, şahsen | |||||
Personally, I prefer the first option. (Şahsen ben birinci seçeneği tercih ederim.) | |||||
1927) personnel; (isim) | |||||
eleman, personel, çalışanlar | |||||
We need more personnel for this job. (Bu iş için daha fazla elemana ihtiyacımız var.) | |||||
1928) perspective; (isim) | |||||
bakış açısı, perspektif | |||||
Try to look that issue from a different perspective. (Bu konuya farklı bir bakış açısından bakmayı dene.) | |||||
1929) persuade; (fiil) | |||||
ikna etmek, inandırmak, aklını çelmek | |||||
You can’t persuade him easily. (Onu kolayca ikna edemezsin.) | |||||
1930) pet; (isim, sıfat) | |||||
i.; evcil hayvan s.; evcil, gözde , biricik | |||||
Do you have any pets? (Hiç evcil hayvanın var mı?) | |||||
1931) phase; (isim) | |||||
evre, aşama, safha, faz | |||||
He is going through a difficult phase. (O, zor bir evreden geçiyor.) | |||||
1932) phenomenon; (isim) | |||||
fenomen,algılanabilen şey, olağanüstülük, olağanüstü şey, olay | |||||
Globalization is a phenomenon our age. (Küreselleşme, çağımızın fenomeni.) | |||||
1933) philosophy; (isim) | |||||
felsefe, filozofi | |||||
John studied philosophy at the university. (John üniversitede felsefe okudu.) | |||||
1934) phone; (fiil, isim) | |||||
f.; telefon etmek i.; telefon | |||||
He doesn’t answer the phone. (telefona cevap vermiyor.) | |||||
1935) photo; (isim) | |||||
fotoğraf, foto | |||||
I will take a photo of the landscape. (Manzaranın bir fotoğrafını çekeceğim.) | |||||
1936) photograph; (fiil, isim) | |||||
f.; fotoğrafını çekmek i.; fotoğraf | |||||
He has photographed some wild animals. (Bazı vahşi hayvanların fotoğraflarını çekti.) | |||||
1937) photographer; (isim) | |||||
fotoğrafçı | |||||
The photographer shot the unusual pictures. (Fotoğrafçı sıradışı fotoğraflar çekti.) | |||||
1938) phrase; (fiil, isim) | |||||
f.; uygun sözcük ve cümlelerle ifade etmek i.; ifade, sözcük öbeği | |||||
I don’t know what this French phrase means. (Bu Fransızca ifade ne anlama geliyor bilmiyorum.) | |||||
1939) physical; (sıfat) | |||||
fiziksel, bedensel, somut, maddi | |||||
He’s in good physical condition.(Bedensel durumu iyi.) | |||||
1940) physically; (zarf) | |||||
fiziksel olarak, bedenen | |||||
I am feeling physically ill. (Bedenen hasta hissediyorum.) | |||||
1941) physician; (isim) | |||||
tıp adamı, doktor, hekim | |||||
She is not a dentist, she is a physician. (O diş hekimi değil, o bir doktor.) | |||||
1942) piano; (isim) | |||||
piyano | |||||
I listened him playing the piano. (Onu piyano çalarken dinledim.) | |||||
1943) pick; (fiil, isim) | |||||
f.; seçmek, toplamak (meyve, çiçek vb.), ayırmak, gagalamak i.; seçme, gitar penası | |||||
Pick a number from one to ten. (Birden ona kadar bir sayı seç.) | |||||
1944) picture; (isim, fiil) | |||||
i.; resim, tablo, betimleme f.; zihinde canlandırmak, düşlemek, resmetmek, betimlemek | |||||
Have you got any pictures of your village? (Sende köyünüzün resmi var mı?) | |||||
1945) pie; (isim) | |||||
turta,tart, pasta | |||||
Do you want more apple pie? (Daha fazla elmalı turta ister misin?) | |||||
1946) piece; (isim) | |||||
parça, adet, tane, kısım, piyes, eser | |||||
There were tiny pieces of glass on the floor. (Yerde küçük cam parçaları vardı.) | |||||
1947) pile; (isim, fiil) | |||||
i.; yığın, küme, öbek f.; kümelenmek, yığın yapmak | |||||
He arranged the files in piles. (Dosyaları öbek halinde düzenledi.) | |||||
1948) pilot; (isim) | |||||
pilot, rehber, deney | |||||
Her husband is an airline pilot. (Onun kocası bir havayolu pilotu.) | |||||
1949) pine; (isim) | |||||
çam, fıstık çamı | |||||
There used be a pine in our backyard. (Önceden arka bahçemizde bir çam ağacı vardı.) | |||||
1950) pink; (isim) | |||||
pembe | |||||
I liked your pink bag. (Pembe çantanı beğendim.) | |||||
1951) pipe; (isim) | |||||
boru, soluk borusu, pipo | |||||
He smoked his pipe in joy. (Neşeyle piposunu içti.) | |||||
1952) pitch; (fiil, isim) | |||||
yalpalamak, sendelemek, zift dökmek, yola taş döşemek i.; saha, alan, zift | |||||
Football is played on the grass pitch. (Futbol çim sahada oynanır.) | |||||
1953) place; (fiil, isim) | |||||
f.;yerleştirmek, koymak , yerini belirlemek i.; yer, alan, mekan, sıra | |||||
The police searched the place. (polis, mekanı aradı.) | |||||
1954) plan; (fiil, isim) | |||||
f.; planlamak, plan çizmek, tasarlamak i.; plan, yol, tasarı | |||||
It is too late to change our plans. (Planlarımızı değiştirmek için çok geç.) | |||||
1955) plane; (isim, fiil) | |||||
i.; uçak, düzlem, düz yüzey f.; düzlemek | |||||
Our plane is going to take off at five p.m. (Uçağımız akşam saat beşte kalkacak.) | |||||
1956) planet; (isim) | |||||
gezegen | |||||
Our planet has only one satellite. (Gezegenimizin yalnızca bir uydusu var.) | |||||
1957) planning; (isim) | |||||
planlama, tasarım | |||||
Our planning team is working well. (Planlama takımımız iyi çalışıyor.) | |||||
1958) plant; (fiil, isim) | |||||
f.; dikmek,ekmek, kök salmak, ağaçlandırmak i.; bitki, ot, santral, tesis | |||||
All plants need light and water. (Tüm bitkilerin ışık ve suya ihtiyacı vardır.) | |||||
1959) plastic; (isim) | |||||
plastik, naylon | |||||
This bag is made of plastic. (Bu çanta plastikten yapılmış.) | |||||
1960) plate; (isim) | |||||
tabak, levha, plaka | |||||
Put my sandwich on a plate. (Benim sandviçimi bir tabağa koy.) | |||||
1961) platform; (isim) | |||||
platform, düzlük, yüksekçe yer, peron | |||||
Which platform does the train leave from? (Tren hangi perondan kalkıyor?) | |||||
1962) play; (fiil, isim) | |||||
f.; oynamak, oynatmak, müzik aleti çalmak, tiyatro oynamak i.; oyun, gösteri, piyes | |||||
Let’s play a different game. (Farklı bir oyun oynayalım.) | |||||
1963) player; (isim) | |||||
oyuncu, sporcu, çalgıcı | |||||
He is a famous tennis player. (O, ünlü bir tenis oyuncusu.) | |||||
1964) please; (fiil, ünlem) | |||||
f.; memnun etmek, keyif vermek, hoşnut etmek ünl.; lütfen | |||||
Be quiet please! (Sessiz olun lütfen) | |||||
1965) pleasure; (isim) | |||||
keyif, zevk, memnuniyet | |||||
It is pleasure to see you again. (Sizi yeniden görmek bir zevk.) | |||||
1966) plenty; (isim, sıfat, zarf) | |||||
i.; bolluk, çokluk s.; pek çok zf.; bol bol | |||||
We have got plenty of food. (Pek çok yiyeceğimiz var.) | |||||
1967) plot; (isim, fiil) | |||||
i.; arsa, hikaye konusu, komplo f.; komplo kurmak , entrika çevirmek | |||||
He accused me of being part of the plot. (Beni komplonun bir parçası olmakla suçladı.) | |||||
1968) plus; (sıfat, isim, edat) | |||||
s.; artı i.; artı işareti ed.; ve ayrıca | |||||
Three plus four is seven. (Üç artı dört yedi yapar.) | |||||
1969) PM; (isim) | |||||
öğleden sonra (ös) | |||||
The appointment is at 4 p.m. (Randevu öğleden sonra saat 4’te.) | |||||
1970) pocket; (isim) | |||||
cep, oyuk, çukur | |||||
She put a piece of paper in his packet. (Onun cebine bir kağıt parçası koydu.) | |||||
1971) poem; (isim) | |||||
şiir | |||||
Can you read us the poem out loud? (Şiiri bize dışından okur musun?) | |||||
1972) poet; (isim) | |||||
şair, ozan | |||||
In addition to being a poet, he was a politician. (Şair olmasının yanı sıra politikacıydı da.) | |||||
1973) poetry; (isim) | |||||
şiir, şiir sanatı | |||||
She especially likes poetry and music. (O, özellikle şiiri ve müziği sever.) | |||||
1974) point; (isim, fiil) | |||||
i.; nokta, uç, puan, amaç, işaretleme f.; ucunu sivriltmek, noktalamak, işaret etmek | |||||
Here are the main points of the article. (İşte makalenin temel noktaları.) | |||||
1975) pole; (isim) | |||||
kutup, direk, bayrak direği | |||||
Penguins live in the south pole. (Penguenler güney kutbunda yaşar.) | |||||
1976) police; (isim) | |||||
polis, zabıta, kolluk | |||||
The burgler was arrested by the police. (Hırsız, polis tarafından yakalandı.) | |||||
1977) policy; (isim) | |||||
politika, siyaset, prensip | |||||
The US government has had a significant change in foreign policy. (ABD hükümeti, dış politikasında önemli bir değişiklik yaptı.) | |||||
1978) political; (sıfat) | |||||
siyasi, politik, siyasal | |||||
They are trying to organize a new political party. (Yeni bir siyasi parti kurmaya çalışıyorlar.) | |||||
1979) politically; (zarf) | |||||
siyasi olarak, politik açıdan | |||||
We need to evaluate the events politically. (Olayları bir de politik açıdan değerlendirmeliyiz.) | |||||
1980) politician; (isim) | |||||
politikacı, siyasetçi | |||||
Winston Churchill was an English politician. (Winston Churchill bir İngiliz politikacıydı.) | |||||
1981) politics; (isim) | |||||
siyaset, siyaset bilimi, politika | |||||
Winston Churchill is an important person in British politics. (Winston Churchill, İngiltere siyasetinde önemli bir kişidir.) | |||||
1982) poll; (fiil, isim) | |||||
f.; oy almak/ oy vermek, anket yapmak i.; oy verme, oylmama | |||||
The result of the poll will be announced tomorrow. (Oylamanın sonucu yarın duyurulacak.) | |||||
1983) pollution; (isim) | |||||
kirlilik, çevre kirliliği | |||||
Water pollution is a major problem. (Su kirliliği büyük bit problem.) | |||||
1984) pool; (isim) | |||||
havuz | |||||
The children jumped into the pool. (Çocuklar | |||||
1985) poor; (sıfat) | |||||
fakir, yoksul, kötü, zavallı, biçare, perişan, sefil | |||||
The project aims to help the poorest families. (Proje, en fakir ailelere yardım etmeyi amaçlıyor.) | |||||
1986) pop; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.; patlatmak, ateş etmek, rehine koymak i.; pop müzik, baba, babalık, patlama sesi s.;pop, popüler | |||||
Madonna is a famous pop star. (Madonna ünlü bir pop şarkıcıdır.) | |||||
1987) popular; (sıfat) | |||||
popüler, tutulan, gözde, sevilen, halka hitap eden | |||||
Skiing has become very popular recently. (Son zamanlarda kayak çok popüler hale geldi.) | |||||
1988) population; (isim) | |||||
nüfus, halk | |||||
Germany is a counrty with ageing population. (Almanya, yaşlanan nüfuslu bir ülkedir.) | |||||
1989) porch; (isim) | |||||
veranda, sundurma , portik | |||||
We had our breakfast on the porch. (Kahvaltımızı verandada ettik.) | |||||
1990) port; (isim) | |||||
liman, iskele tarafı, geminin sol tarafı | |||||
Their yacht is still in port. (Onların yatı hala limanda.) | |||||
1991) portion; (fiil, isim) | |||||
f.; ayırmak, paylaştırmak, bölmek i.; parça, kısım, çeyiz | |||||
She cut the cake into eight small portions. (Pastayı sekiz parçaya böldü.) | |||||
1992) portrait; (isim) | |||||
portre, resim | |||||
A portrait of her father was hung on the wall. (Duvarda babasının bir resmi asılıydı.) | |||||
1993) portray; (fiil) | |||||
resmetmek, portresini yapmak, sergilemek | |||||
He portrayed her girlfriend. (Kızarkadaşını resmetti.) | |||||
1994) pose; (isim, fiil) | |||||
i.; poz, duruş f.; poz vermek, tavır takınmak | |||||
They posed for a picture together. (Birlikte bir fotoğraf çekinmek için poz verdiler.) | |||||
1995) position; (isim, fiil) | |||||
i.; pozisyon, mevki, konum, statü, durum, görev f.; konumlanmak | |||||
He took up his position by the table. (Masanın yanında pozisyonunu aldı.) | |||||
1996) positive; (sıfat) | |||||
pozitif, olumlu, artı, kesin, şüphesiz | |||||
Can’t you try to be more positive about your job? (İşin konusunda daha pozitif olmayı deneyemez misin?) | |||||
1997) possess; (fiil) | |||||
sahip olmak, elinde bulundurmak | |||||
The only thing he possessed was his dog. (Sahip olduğu tek şey köpeğiydi.) | |||||
1998) possibility; (isim) | |||||
imkan, olasılık, ihtimal | |||||
We’ve already considered that possibility. (Bu ihtimali zaten düşünmüştük.) | |||||
1999) possible; (sıfat) | |||||
mümkün, olası, muhtemel, makul | |||||
Use public transport whenever possible. (Mümkün oldukça toplu taşımayı kullan.) | |||||
2000) possibly; (zarf) | |||||
muhtemelen, olabilir, belki | |||||
Will you go to the seminar this week? -Possibly. (Bu hafta seminere gidecek misin?. Muhtemelen.) | |||||
2001) post; (isim, fiil) | |||||
i.; posta, direk, makam f.; postalamak, posta ile göndermek | |||||
I will send the copies to you by post. (Kopyaları sana posta ile göndereceğim.) | |||||
2002) pot; (isim) | |||||
demlik, çanak, pota | |||||
She dropped the yoghurt pot. (Yoğurt çanağını yere düşürdü.) | |||||
2003) potato; (isim) | |||||
patates | |||||
I will bake these potatoes. (Bu patatesleri fırında pişireceğim.) | |||||
2004) potential; (sıfat) | |||||
potansiyel, olası, muhtemel | |||||
First we need to identify potential problems. (Öncelikle olası sorunları belirlemeliyiz.) | |||||
2005) potentially; (zarf) | |||||
potansiyel olarak, olanak dahilind | |||||
It is a potentially dangerous situaton not real. (Bu, potansiyel olarak tehlikeli bir durum, gerçek değil.) | |||||
2006) pound; (fiil, isim) | |||||
f.; yumruklamak, vurmak, havanda dövmek i.; vurma, darbe, paund, sterlin(ingiliz parası) | |||||
I have spent 50 pounds today. (Bugün 50 pound harcadım.) | |||||
2007) pour; (fiil) | |||||
dökmek, yağmak, akmak | |||||
Pour the sauce over the salad. (Sosu salatanın üstüne dök.) | |||||
2008) poverty; (isim) | |||||
yoksulluk, fakirlik, sefalet | |||||
There is an extreme poverty in this region. (Bu bölgede aşırı bir yoksulluk mevcut.) | |||||
2009) powder; (isim) | |||||
toz, pudra | |||||
Mix the chili powder with a cup of water. (Çili tozunu bir pardak su ile karıştırın.) | |||||
2010) power; (isim) | |||||
güç, kuvvet, enerji , etki, yetki, otorite | |||||
Nuclear power is used to generate electricity. (Nükleer enerji, elektrik üretmek için kullanılır.) | |||||
2011) powerful; (sıfat) | |||||
güçlü, kuvvetli | |||||
Mr. Green is a rich and powerful man. (Bay Green zengin ve güçlü bir adamdır.) | |||||
2012) practical; (sıfat) | |||||
pratik, kullanışlı | |||||
You can gain practical experience in thias work. (Bu işte pratik tecrübe edinebilirsin.) | |||||
2013) practice; (isim, fiil) | |||||
i.; uygulama, pratik, idman, alıştırma, egzersiz f.; antrenman yapmak, egzersiz yapmak, alıştırma yapmak | |||||
Playing the piano requires much practice. (Piyano çalmak çok pratik ister.) | |||||
2014) pray; (fiil) | |||||
dua etmek, yalvarmak | |||||
She knelt down and prayed. (O, diz çöktü ve dua etti.) | |||||
2015) prayer; (isim) | |||||
dua, yalvarma, ibadet | |||||
He learned this prayer when he was a child. (Bu duayı çocukken öğrenmişti.) | |||||
2016) precisely; (zarf) | |||||
kesinlikle, aynen öyle,tam olarak | |||||
It is not clear precisely when the accident happened. (Kazanın ne zaman olduğu tam olarak belli değil.) | |||||
2017) predict; (fiil) | |||||
öngörmek, tahmin etmek | |||||
Nobody can predict what will happen in the future. (Gelecekte ne olacağını kimse öngöremez.) | |||||
2018) prefer; (fiil) | |||||
tercih etmek, yeğlemek | |||||
I prefer my coffee with milk. (Kahvemi sütlü tercih ederim.) | |||||
2019) preference; (isim) | |||||
tercih, yeğleme | |||||
It’s a personal preference. (Bu kişisel bir tetrcih.) | |||||
2020) pregnancy; (isim) | |||||
hamilelik, gebelik | |||||
Many women experience sickness during pregnancy. (Birçok kadın hamileliği süresince hasta olur.) | |||||
2021) pregnant; (sıfat) | |||||
hamile, gebe | |||||
His wife is pregnant. (Onun karısı hamile.) | |||||
2022) preparation; (isim) | |||||
hazırlık, hazırlama, hazırlanma | |||||
We have finished food preparation. (Yiyecek hazırlığını tamamladık.) | |||||
2023) prepare; (fiil) | |||||
hazırlamak, düzenlemek, yapmak | |||||
The whole class is preparing for the exams. (Tüm sınıf sınavlar için hazırlanıyor.) | |||||
2024) prescription; (isim) | |||||
reçete, talimat | |||||
The doctor gave me a prescription for painkiller. (Doktor bana ağrı kesici için reçete yazdı.) | |||||
2025) presence; (isim) | |||||
mevcudiyet, bulunma, bulunuş, varlık | |||||
He didn’t even notice my presence. (Benim varlığımı fark etmedi bile.) | |||||
2026) present; (isim, sıfat, fiil) | |||||
i.; hediye, armağan , şimdiki zaman s.; mevcut, şimdiki, hazır f.; sunmak, hediye etmek, sahnelemek | |||||
We can’t do anything in the present situation. (Şuanki durumda bir şey yapamayız.) | |||||
2027) presentation; (isim) | |||||
sunum | |||||
I admired his presentation. (Onun sunumuna bayıldım.) | |||||
2028) preserve; (fiil) | |||||
korumak, muhafaza etmek, saklamak | |||||
Traditions shoul be preserved. (Gelenekler muhafaza edilmelidir.) | |||||
2029) president; (isim) | |||||
başkan, cumhurbaşkanı | |||||
Do you have any comment, Mr President? (Bir yorumunuz var mı sayın Başkan?) | |||||
2030) presidential; (sıfat) | |||||
başkanlık | |||||
The presidential election’s date is still unclear. (Başkanlık seçiminin tarihi henüz net değil.) | |||||
2031) press; (fiil, isim) | |||||
f.; baskı yapmak, basmak, hızlandırmak i.; baskı, pres, basın | |||||
The story was reported in the local press. (Bu hikaye yerel basında yayınlandı.) | |||||
2032) pressure; (isim, fiil) | |||||
i.; baskı, basınç, zorlama, pres f.; baskılamak, basınç uygulamak | |||||
I can’t work under pressure. (Baskı altında çalışamam.) | |||||
2033) pretend; (fiil) | |||||
numara yapmak, yapar gibi görünmek | |||||
You don’t need to pretend like you don’t know him. (Onu tanımıyormuş gibi numara yapmana gerek yok.) | |||||
2034) pretty; (sıfat, zarf) | |||||
s.; şirin, sevimli, tatlı, hoş zf.; oldukça, epey, çok | |||||
The performance was pretty good. (Gösteri oldukça güzeldi.) | |||||
2035) prevent; (fiil) | |||||
engel olmak, önlemek, engellemek, önüne geçmek | |||||
The accident could have been prevented. (Kaza önlenebilirdi.) | |||||
2036) previous; (sıfat) | |||||
önceki, önceden olan, eski | |||||
She has a son from a previous marriage. (Önceki evliliğinden bir oğlu var.) | |||||
2037) previously; (zarf) | |||||
önceden, daha önce | |||||
The building had previously been used as a hospital. (Bu bina önceden hastane olarak kullanılıyordu.) | |||||
2038) price; (isim) | |||||
ücret, fiyat, paha, bedel | |||||
Children over 12 must pay full price for the ticket. (12 yaşın üzerindeki çocuklar bilet için tam ücret ödemek zorundalar.) | |||||
2039) pride; (isim) | |||||
gurur, onur, övünç | |||||
He watched his son with pride during the match. (Maç boyunca oğlunu gururla izledi.) | |||||
2040) priest; (isim) | |||||
rahip, papaz, keşiş | |||||
My brother has become a priest. (Kardeşim rahip oldu.) | |||||
2041) primarily; (zarf) | |||||
öncelikle, başlıca, ilk olarak | |||||
This book is primarily written for children. (Bu kitap öncelikle çocuklar için yazılmıştır.) | |||||
2042) primary; (sıfat) | |||||
başlıca, birincil, temel, ana | |||||
Our primary aim is to educate our children well. (Bizim başlıca amacımız çocuklarımızı iyi eğitmektir.) | |||||
2043) prime; (fiil, isim ,sıfat) | |||||
f.; suyla doldurarak kullanıma hazırlamak, astar vurmak i.; bir kimsenin verimli dönemi, gençlik, en güzel zaman s.; baş, başlıca, en önemli, birinci | |||||
Winning shouldn’t be your prime objective in this game. (Bu oyunca kazanmak birinci amacınız olmamalıdır.) | |||||
2044) principal; (isim, sıfat) | |||||
i.; okul müdürü, yönetici s.; başlıca, esas, asıl | |||||
John Brown is the principle of St Peter’s college. (John Brown, St Peter kolejinin müdürüdür.) | |||||
2045) principle; (isim) | |||||
ilke, prensip | |||||
There are six fundamental principles of our company. (Şirketimizin altı temel prensipi vardır.) | |||||
2046) print; (isim, fiil) | |||||
i.; baskı f.; basmak, yazdırmak | |||||
Can you print these texts? (Bu metinleri yazdırabilir misin?) | |||||
2047) prior; (isim, sıfat, zarf) | |||||
i.; kıdemli, manastır başkatibi s.; öncelikli, ön, önceki, eski zf.; önce | |||||
Please give us prior notification. (Lütfen bize ön bildirim verin.) | |||||
2048) priority; (isim) | |||||
öncelik, kıdemlilik | |||||
Club members will be given priority. (Kulüp üyelerine öncelik verilecektir.) | |||||
2049) prison; (isim) | |||||
hapishane, hapis, cezaevi,zindan | |||||
He is in prison for five years. (O beş yıldır hapiste.) | |||||
2050) prisoner; (isim) | |||||
tutuklu, esir, tutsak, mahpus | |||||
He was taken prisoner by the enemy soldiers in the war. (O, savaşta düşman askerleri tarafından esir alındı.) | |||||
2051) privacy; (isim) | |||||
gizlilik, mahremiyet, özel yaşam | |||||
You should respect my privacy. (Özel yaşamıma saygı göstermelisin.) | |||||
2052) private; (isim, sıfat) | |||||
i.; er, erbaş s.; özel, kişiye özel, kişisel | |||||
May I talk to you about a private matter? (Sizinle özel bir konu hakkında konuşabilir miyim?) | |||||
2053) probably; (zarf) | |||||
muhtemelen, büyük ihtimalle,galiba | |||||
You are probably right. (Muhtemelen haklısın.) | |||||
2054) problem; (isim) | |||||
problem, sorun, mesele | |||||
Let me know if you have any problems. (Bir problemin olursa bileyim.) | |||||
2055) procedure; (isim) | |||||
prosedür, yöntem,usul | |||||
These are standard procedures. (Bunlar standart prosedürler.) | |||||
2056) proceed; (fiil) | |||||
ilerlemek, devam etmek, dava açmak | |||||
Work is proceeding quickly. (İş hızlı bir şekilde ilerliyor.) | |||||
2057) process; (fiil, isim) | |||||
f.; işlemek, dava açmak i.; işlem, süreç, dava | |||||
The new hospital building is in process of construction. (Yeni hastane binası inşa sürecinde.) | |||||
2058) produce; (fiil) | |||||
üretmek, yapmak, imal etmek , meydana getirmek | |||||
The region produces over half of the country’s wheat. (Bu bölge, ülkenin buğday üretiminin yarısından fazlasını karşılıyor.) | |||||
2059) producer; (isim) | |||||
üretici, yapımcı | |||||
Italy is a famous cheese producer. (İtalya meşhur bir penir üreticisidir.) | |||||
2060) product; (isim) | |||||
ürün, verim, mahsul | |||||
We need new range of products to sell. ( Satışa koymak için yeni ürün çeşitlerine ihtiyacımız var.) | |||||
2061) production; (isim) | |||||
üretim, imal, yapım, ürün | |||||
Production of the new car will start next December. (Önümüzdeki Aralık ayında yeni arabanın üretimi başlayacak.) | |||||
2062) profession; (isim) | |||||
meslek, uzmanlık alanı, uğraş | |||||
She is at the top of her profession. (O, mesleğinin zirvesinde.) | |||||
2063) professional; (sıfat) | |||||
profesyonel, uzman, mesleki | |||||
Most of the people on the course were professional men. (Kurstaki kişilerin çoğu profesyonel adamlardı.) | |||||
2064) professor; (isim) | |||||
profesör | |||||
The professor gave us a lecture on European economy. (Profesör, bize Avrupa ekonomisi hakkında ders verdi) | |||||
2065) profile; (isim) | |||||
profil | |||||
Her phone number is included her profile. (Telefon numarası profilinde mevcut.) | |||||
2066) profit; (isim) | |||||
kar, fayda, çıkar, yarar | |||||
The company’s profit was very high. (Şirketin karı çok yüksekti.) | |||||
2067)program; (isim, fiil) | |||||
i.; program, gösteri f.; programlamak | |||||
In this class, students will learn how to program. (Bu derste öğrenciler programlama yapmayı öğrenecekler.) | |||||
2068) progress; (isim, fiil) | |||||
i.; gelişim, ilerleme, kalkınma f.; gelişmek, ilerlemek | |||||
She made a rapid progress. (O, hızlı bir gelişim gösterdi.) | |||||
2069) project; (isim, fiil) | |||||
i.; proje, plan f.; proje çizmek, planını çizmek | |||||
The firm is designing a new building project. (Firma, yeni bir bina projesi tasarlıyor.) | |||||
2070) prominent; (sıfat) | |||||
öne çıkan, belirgin, önde gelen(kimse) | |||||
She played a prominant role in the projede. (Projede belirgin bir rol oynadı.) | |||||
2071) promise; (isim, fiil) | |||||
i.; söz, vaat f.; söz vermek, vaat etmek | |||||
Promise not to tell anyone. (Kimseye söylemeyeceğine söz ver.) | |||||
2072) promote; (fiil) | |||||
teşvik etmek, desteklemek, terfi ettirmek, yüceltmek | |||||
They developed new policies to promote economic growth. (Ekonomik büyümeyi teşvik etmek için yeni politikalar geliştirdiler.) | |||||
2073) prompt; (sıfat) | |||||
çabuk, hızlı (cevap), seri | |||||
She wrote a prompt answer to my letter. (Mektubuma hızlı cevap yazdı.) | |||||
2074) proof; (isim) | |||||
kanıt, ispat, delil | |||||
There is no proof that he stole the car. (Arabayı onun çaldığına dair hiçbir kanıt yok.) | |||||
2075) proper; (sıfat) | |||||
uygun, münasip, yakışır, düzgün | |||||
I think he is the proper person for this job. (Bence o, bu iş için uygun kişi.) | |||||
2076) properly; (zarf) | |||||
düzgün bir şekilde, doğru dürüst, uygun bir şekilde | |||||
The radio isn’t working properly. (Radyo düzgün bir şekilde çalışmıyor.) | |||||
2077) property; (isim) | |||||
mülkiyet, mal-mülk, servet, sahiplik | |||||
This area is government property. (Bu alan kamu malıdır.) | |||||
2078) proportion; (iism) | |||||
oran, orantı, kısım, bölüm | |||||
The proportion of regular smokers increases with age. (Düzenli olarak sigara içenlerin oranı yaşla birlikte artıyor.) | |||||
2079) proposal; (isim) | |||||
teklif, öneri, evlenme teklifi | |||||
His proposal was rejected. (Onun teklifi reddedildi.) | |||||
2080) propose; (fiil) | |||||
teklif etmek, önermek, ileri sürmek | |||||
What would you propose? (Sen ne önerirdin?) | |||||
2081) proposed; (sıfat) | |||||
önerilen | |||||
The proposed plan was accepted. (Önerilen plan kabul edildi.) | |||||
2082) prosecutor; (isim) | |||||
savcı | |||||
Each court has a prosecuter. (Her mahkemenin bir savcısı vardır.) | |||||
2083) prospect; (fiil, isim) | |||||
f.; maden vb. aramak i.; görünüş, beklenti, olasılık | |||||
Is there any prospect of this recovery? (Onun iyileşmesinin bir olanağı var mı?) | |||||
2084) protect; (fiil) | |||||
korumak, kollamak, himaye etmek , muhafaza etmek | |||||
Wear sunglasses to protect your eyes from the sun. (Gözlerini güneşten korumak için güneş gözlüğü tak.) | |||||
2085) protection; (isim) | |||||
koruma, himaye, korunma | |||||
The animals threatened with extension are under protection. (Nesli tükenme tahlikesinde olan hayvanlar koruma altında.) | |||||
2086) protein; (isim) | |||||
protein | |||||
Meat is good source of protein. (Et iyi bir protein kaynağıdır.) | |||||
2087) protest; (isim, fiil) | |||||
i.; protesto f.; protesto etmek, karşı çıkmak | |||||
They accepted the conditions without protest. (Şartları karşı çıkmadan kabul ettiler.) | |||||
2088) proud; (sıfat) | |||||
gururlu, şerefli, onurlu | |||||
I feel proud to be part of this project. (Bu projenin bir parçası olmaktan dolayı çok gururluyum.) | |||||
2089) prove; (fiil) | |||||
kanıtlamak, ispat etmek, ortaya koymak, tecrübe etmek, denemek | |||||
They hope this new evidence will prove his innocence. (Bu yeni delilin onun masumiyetini kanıtlayacağını umuyorlar.) | |||||
2090) provide; (fiil) | |||||
sağlamak, temin etmek, ihtiyacını karşılamak | |||||
The hospital provides the best possible medical care. (Hastane, mümkün olan en iyi tıbbi bakımı temin ediyor.) | |||||
2091) provider; (isim) | |||||
tedarik eden kimse, sağlayıcı, aile geçindiren kimse | |||||
He is the family’s sole provider. | |||||
2092) province; (isim) | |||||
il, vilayet | |||||
İzmir is a province of Turkey. (İzmir, Türkiye’nin bir ilidir.) | |||||
2093) provision; (isim) | |||||
hüküm, koşul, şart, yiyecek veya gerekli şeyleri sağlamak | |||||
The government is responsible for the provision of health care. (Hükümet, sağlık hizmetinin sağlanmasından sorumludur.) | |||||
2094) psychological; (sıfat) | |||||
psikolojik, ruhsal | |||||
He wrote a new psychological novel. (O, yeni bir psikolojik roman yazdı.) | |||||
2095) psychologist; (isim) | |||||
psikolog | |||||
She wants to be a pyschologist. (O, psikolog olmak istiyor.) | |||||
2096) psychology; (isim) | |||||
psikoloji, ruh bilimi | |||||
His psychology is in bad condition. (Onun psikolojisi kötü durumda.) | |||||
2097) public; (isim, sıfat) | |||||
i.; halk, umum s.; kamu, kamusal, umumi, halka açık | |||||
We are here to provide a service for the public. (Halka hizmet sağlamak için buradayız.) | |||||
2098) publication; (isim) | |||||
yayım, yayımlama, yayınlama, basılma | |||||
She celebrated her first novel’s publication. (İlk kitabının yayımlanmasını kutladı.) | |||||
2099) publicly; (zarf) | |||||
açıkça, halka açık olarak, resmen | |||||
These informations are not publicly available. (Bu bilgiler halka açık değil.) | |||||
2100) publish; (fiil) | |||||
yayınlamak, yayımlamak, kamuoyuna açıklamak | |||||
The first edition was publised in 2005. (İlk basımı 2005’te yayımlanmıştı.) | |||||
2101) publisher; (isim) | |||||
yayınevi, yayımcı, yayıncı editör | |||||
She ordered a book from a publisher in Germany. (Almanya’daki bir yayın evinden kitap sipariş ettiler.) | |||||
2102) pull; (fiil) | |||||
çekmek, asılmak, yolmak, kürek çekmek, kenara parketmek | |||||
Pull your chair nearer the table. (Sandalyeni masanınn daha yakınına çek.) | |||||
2103) punishment; (isim) | |||||
ceza, cezalandırma | |||||
What is the punishment for robbery? (Hırsızlığın cezası nedir?) | |||||
2104) purchase; (fiil, isim) | |||||
f.; satın almak i.; satın alma, alım | |||||
He purchased a new car. (O yeni bir araba aldı.) | |||||
2105) pure; (sıfat) | |||||
saf, salt, kusursuz | |||||
These shirts are pure silk. (Bu gömleklar salt ipek kumaştan.) | |||||
2106) purpose; (isim) | |||||
amaç, niyet, maksat | |||||
The main purpose of the book is to provide a guide to students. (Kitabın temel amacı öğrencilere rehberlik sağlamaktır.) | |||||
2107) pursue; (fiil) | |||||
takip etmek, izlemek, peşinde koşmak | |||||
She wishes to pursue a good career. (Oi iyi bir kariyer izlemek istiyor.) | |||||
2108) push; (fiil) | |||||
itmek, kakmak, zorlamak, baskı yapmak | |||||
You push and I’ll pull. (Sen it, ben çekeceğim.) | |||||
2109) put; (fiil) | |||||
koymak, ifade etmek, kurmak, söndürmek | |||||
Do you put sugar in your tea? (Çayına şeker koyuyor musun?) | |||||
Q | |||||
2110) qualify; (fiil) | |||||
nitelendirmek, kalifiye etmek | |||||
This training course will qualify you for a better job. (Bu eğitim kursu sizi daha iyi bir iş için kalifiye edecek.) | |||||
2111) qualilty; (isim) | |||||
i.; kalite, nitelik, üstünlük, çeşit, cins s.; nitelikli, kaliteli | |||||
The quality of their life improved when they moved to London. (Londra’ya taşındıklarında yaşam kaliteleri yükseldi.) | |||||
2112) quarter; (isim) | |||||
çeyrek, saatin dörtte biri (15 dk), çevre, bölge | |||||
I will meet you at quater past. (seninle on beş dakika sonra buluşalım.) | |||||
2113) quarterback; (fiil, isim) | |||||
sevk etmek, idare etmek i.; oyunu yöneten oyuncu | |||||
He is quarterback in team. (O, takımda yönetici oyuncu.) | |||||
2114) question; (isim, fiil) | |||||
i.; soru , soruşturma, dava, şüphe f.; sorgulamak, soru sormak, kuşkulanmak | |||||
I hope you don’t ask me awkward questions. (Umarım bana garip sorular sormazsın.) | |||||
2115) quick; (sıfat, zarf) | |||||
s.; hızlı, süratli zf.;çabuk | |||||
It is quicker by bus. (Otobüsle daha hızlı.) | |||||
2116) quickly; (zarf) | |||||
hızlıca, çabucak, acele | |||||
The last week has gone quickly. (Geçen hafta hızlıca geçiverdi.) | |||||
2117) quiet; (isim, sıfat, fiil) | |||||
i.; sessizlik, sükunet, sakinlik s.; sessiz, sakin,huzurlu f.; sakinleştirmek, susmak | |||||
Please be quiet. (Lütfen sessiz olun.) | |||||
2118) quote; (fiil) | |||||
alıntılamak, alıntı yapmak | |||||
She quoted from Goethe in his speech. (Konuşmasında Goethe’den alıntı yaptı.) | |||||
R | |||||
2119) race; (fiil, isim) | |||||
f.; yarışmak, koşmak i.; yarış, koşu, ırk, soy | |||||
Who won the race? (Yarışı kim kazandı?) | |||||
2120) racial; (sıfat) | |||||
ırksal, ırkla ilgili | |||||
He was condemed for his racial expressions. (Irkasal ifadeler kullanması nedeniyle kınandı.9 | |||||
2121) radical; (isim, sıfat) | |||||
i.; radikal, köken s.; köklü, kökten, köksel | |||||
The institution made radical changes. (Kurum, köklü değişiklikler yaptı.) | |||||
2122) radio; (isim, fiil) | |||||
i.; radyo, telsiz f.; telsizle haberleşmek, radyodan yayınlamak | |||||
The interview was broadcast on radio. (Röportaj radyoda yayınlandı.) | |||||
2123) rail; (fiil, isim) | |||||
f.; ray döşemeki parmaklıkla çevirmek i.; ray, demiryolu, tırabzan, parmaklık | |||||
She prefers travelling by rail. (O, demiryolu ile seyahat etmeyi tercih eder.) | |||||
2124) rain; (isim, fiil) | |||||
i.; yağmur, yağış f.; yapmur yağmak | |||||
It is heavily raining outside. (Dışarıda çok yağmur yağıyor.) | |||||
2125) raise; (fiil, isim) | |||||
f.;kaldırmak, artırmak, yetiştirmek, çocuk büyütmek, konusunu açmak, öne sürmek i.; artış, zam | |||||
Most employees expect a pay raise this year. (çoğu çalışan bu yıl zam istiyor.) | |||||
2126) range; (fiil, isim) | |||||
f.; sıralanmak, sıra halinde olmak, yayılmak, boyunca gitmek i.; sıra(dağ), seri (ürün), çeşitlilik, silsile, menzil | |||||
The hotel offers a wide range of facilities. (Otel, çok çeşitli etkinlikler sunuyor.) | |||||
2127) rank; (isim, fiil) | |||||
i.; derece,kademe, rütbe, sıra f.; derecelendirmek, sıra olmak | |||||
She was elected to ministerial rank. (O, bakanlık kademesine seçildi.) | |||||
2128) rapid; (sıfat) | |||||
hızlı, süratli, seri, ani | |||||
The patient made a rapid recovery. (Hasta, hızlı iyilişti.) | |||||
2129) rapidly; (zarf) | |||||
hızla, süratle | |||||
Our economy is growing rapidly. (Ekonomimiz süratle büyüyor.) | |||||
2130) rare; (sıfat) | |||||
nadir, ender, seyrek | |||||
This species is quite rare. (Bu, oldukça nadir bir tür.) | |||||
2131) rarely; (zarf) | |||||
nadiren, ender olarak | |||||
She goes to opera rarely. (O, operaya nadiren gider.) | |||||
2132) rate; (isim, fiil) | |||||
i.; oran, kur , tarife, derece f.; azarlamak, vergi koymak, fiyat belirlemek | |||||
It is well known that the city has a high crime rate. (Bu şehrin yüksek bir suç oranının olduğu iyi bilinir.) | |||||
2133) rather; (zarf) | |||||
oldukça, bir hayli, epey, -den ziyade | |||||
It was a rather difficult question. (Oldukça zor bir soruydu.) | |||||
2134) rating; (isim) | |||||
derecelendirme, sınıflandırma, derece | |||||
The movie had a bad rating. (Film kötü bir derecelendirme aldı.) | |||||
2135) ratio; (isim) | |||||
oran, orantı | |||||
What is the ratio of men to women in the region. (Bölgede erkeklerin kadınlara oranı nedir? | |||||
2136) rational; (sıfat) | |||||
rasyonel, mantıklı, makul, akla yatkın | |||||
There is no rational explanation for his actions. (Onun davranışlarının mantıklı bir açıklaması yok.) | |||||
2137) raw; (sıfat) | |||||
çiğ, ham, toy | |||||
The meat is still row, roast it more. (Et hala çiğ, daha fazla pişir.) | |||||
2138) reach; (fiil) | |||||
ulaşmak, uzanmak, yetmek, varmak, erişmek | |||||
I hope this letter reaches you as quick as possible. (Umarım bu mektup sana mümkün olduğu kadar hızlı sürede ulaşır.) | |||||
2139) react; (fiil) | |||||
tepki göstermek, reaksiyon göstermek , tepkimek | |||||
Don’t react quickly, first listen. (Hemen tepki gösterme, öncelikle dinle.) | |||||
2140) reaction; (isim) | |||||
tepki, reaksiyon, tepkime | |||||
What was your father’s reaction to the news? (Babanın haberlere tepkisi ne oldu?) | |||||
2141) read; (fiil) | |||||
okumak | |||||
I am tryin to read the map. (Haritayı okumaya çalışıyorum.) | |||||
2142) reader; (isim) | |||||
okuyucu, okur | |||||
Are you a good reader? (Sen iyi bir okuyucu musundur?) | |||||
2143) reading; (isim) | |||||
okuma | |||||
My hobbies include reading and painting. (Okuma ve resim yapma hobilerim arasında.) | |||||
2144) ready; (sıfat) | |||||
hazır,müsait | |||||
Come on, dinner’s ready. (Haydi, yemek hazır.) | |||||
2145) real; (sıfat) | |||||
gerçek, reel, hakiki, asıl | |||||
Are those real flowers? (Bunlar gerçek çiçekler mi?) | |||||
2146) reality; (isim) | |||||
gerçeklik, hakikat | |||||
She refuses to face reality. (Gerçekle yüzleşmeyi reddediyor.) | |||||
2147) realize; (fiil) | |||||
farketmek, anlamak, gerçekleştirmek | |||||
I didn’t realize you were so upset. (Bu kadar üzgün olduğunu fark etmedim.) | |||||
2148) really; (zarf) | |||||
gerçekten, sahiden, hakikaten, aslında | |||||
I really don’t mind. (Gerçekten umrumda değil.) | |||||
2149) reason; (isim) | |||||
sebep, neden, gerekçe, akıl, mantık, sağduyu | |||||
I want to know the reason why you are so late. (Bu kadar geç kalmanın sebebi nedir bilmek istiyorum.) | |||||
2150) reasonable; (sıfat) | |||||
makul, uygun, mantıklı | |||||
They sold their house at a reasonable price. (Evlerini makul bir fiyata sattılar.) | |||||
2151) recall; (fiil) | |||||
hatırlamak, anımsamak, hatırlatmak, anımsatmak | |||||
He couldn’t recall my name. (Benim ismimi hatırlayamadı.) | |||||
2152) receive; (fiil) | |||||
almak, teslim almak, eline ulaşmak | |||||
He received a present from his uncle. (Amcasından bir hediye aldı.) | |||||
2153) recent; (sıfat) | |||||
son, yeni, yakında olmuş, en son | |||||
There have been not so many changes in recent years. (Son yıllarda çok fazla değişiklik olmadı.) | |||||
2154) recently; (zarf) | |||||
son zamanlarda, son günlerde, yakın geçmişte, kısa süre önce , şu sıralar | |||||
I haven’t seen them recently. (Onları son zamanlarda görmüyorum.) | |||||
2155) recipe; (isim) | |||||
yemek tarifi | |||||
What is the recipe of this soup? (Bu çorbanın tarifi nedir?) | |||||
2156) recognition; (isim) | |||||
tanıma, tanınma, tanınırlık | |||||
She glanced at me but there was no recognition. (Bana bakış attı ancak tanıdığında dair bir işaret yoktu.) | |||||
2157) recognize; (fiil) | |||||
tanımak, bilmek, varlığını kabul etmek | |||||
I recognize him by his curly long hair. (Onu uzun kıvırcık saçından tanıdım.) | |||||
2158) recommend; (fiil) | |||||
tavsiye etmek, önermek | |||||
Can you recommend a good restaurant? (İyi bir restoran tavsiye edebilir misin?) | |||||
2159) recommendation; (isim) | |||||
tavsiye, öneri | |||||
We chose the hotel on their recommendation. (Onların tavsiyesi üzerine oteli seçtik.) | |||||
2160) record; (isim, fiil) | |||||
i;kayıt, plak, sicil, tutanak, rekor f.;kayda almak, kaydetmek, tutanak tutmak | |||||
I kept a record of my expenses. (Harcamalarımın kaydını tuttum.) | |||||
2161) recording; (isim) | |||||
kayıt, bant, kaydetme | |||||
We watched the video recording of the wedding. (Düğünün video kaydını izledik.) | |||||
2162) recover; (fiil) | |||||
iyileşmek, kurtarmak, kendine gelmek | |||||
It can take months to recover . (İyileşmesi aylar sürebilir.) | |||||
2163) recovery; (isim) | |||||
iyileşme, kurtulma, toparlanma | |||||
My father made a quick recovery from the operation. (Babam ameliyattan sonra çabuk iyileşme gösterdi.) | |||||
2164) recruit; (fiil, isim) | |||||
f.;üye yapmak, iyileştirmek, asker toplamak i.; acemi er, yeni üye | |||||
They recruited many new members to the club. (Kulübe birçok yeni üye aldılar.) | |||||
2165) red; (sıfat) | |||||
kırmızı, al, kızıl | |||||
She dyed her hair red. (Saçını kızıla boyamış.) | |||||
2166) reduce; (fiil) | |||||
azaltmak, eksiltmek, indirgemek, sadeleştirmek | |||||
Giving up smoking reduces the risk of heart diseases. (Sigarayı bırakmak kalp hastalıkları riskini azaltır.) | |||||
2167) reduction; (isim) | |||||
indirme, azaltma, düşürme, eksiltme | |||||
There has been some reduction in unemployment. (İşsizlikte azalma oldu.) | |||||
2168) refer; (fiil) | |||||
işaret etmek, bahsetmek, anmak, havale etmek, sevk etmek | |||||
You know who I am referring to. (Kimden bahsettiğimi biliyorsun.) | |||||
2169) reference; (isim) | |||||
referans,söz etme, başvuru, havale, danışma | |||||
He made reference to his homeland. (Anavatanından söz etti.) | |||||
2170) reflect; (fiil) | |||||
yansıtmak, ifade etmek, belirtmek | |||||
His face was reflected in the mirror. (Yüzü aynaya yansımıştı.) | |||||
2171) reflection; (isim) | |||||
yansıma, akis, etki, düşünce | |||||
Your clothes are often a reflection of your personality. (Kıyafetleriniz çoğunlukla kişiliğinizi yansıtır.) | |||||
2172) reform; (fiil) | |||||
reform yapmak, ıslah etmek, yeniden düzenlemek, düzeltmek, iyileştirmek | |||||
The law needs to be reformed. (Yasanın yeniden düzenlenmesi lazım.) | |||||
2173) refugee; (isim) | |||||
mülteci, sığınmacı | |||||
They are staying in a refugee camp for a while. (Onlar bir süreliğine mülteci kampında kalıyorlar.) | |||||
2174) refuse; (fiil) | |||||
reddetmek, geri çevirmek, karşı koymak | |||||
She refused his proposal. (Onun evlenme teklifini reddetti.) | |||||
2175) regard; (fiil, isim) | |||||
f.; saymak, hesaba katmak, gözetmek i.; saygınlık, itibar | |||||
His works are very regarded. (Onun eserleri çok sayılıyor.) | |||||
2176) regarding; (edat) | |||||
ilişkin, -e gelince, konusunda | |||||
He said nothing regarding your request. (Senin ricana ilişkin bir şey söylemedi.) | |||||
2177) regardless; (zarf) | |||||
aldırmadan, umursamayarak, ne olursa olsun | |||||
She did what she wanted, regardless of the consequences. (Sonuçlarına aldırmadan istediği şeyi yaptı.) | |||||
2178) regime; (isim) | |||||
rejim, yönetim biçimi, diyet, perhiz | |||||
The military regime has fallen. (Askeri rejim düştü.) | |||||
2179) region; (isim) | |||||
bölge, yöre, diyar, çevre, mıntıka | |||||
Marmara is the most densely populated region of Turkey. (Marmara, Türkiye’nin en yoğun nüfuslu bölgesidir.) | |||||
2180) regional; (sıfat) | |||||
bölgesel, yerel | |||||
This tv channel is regional. (Bu televizyon kanalı bölgesel.) | |||||
2181) register; (fiil, isim) | |||||
f.; kaydetmek, sicile geçirmek i.; kayıt, sicil | |||||
the ship was registered in America. (Gemi Amerika’ya kayıtlıydı.) | |||||
2182) regular; (sıfat) | |||||
düzenli, müdavim | |||||
There is a regular bus service to the center. (Merkeze düzenli otobüs hizmeti var.) | |||||
2183) regularly; (zarf) | |||||
düzenli olarak, belli aralıklarla | |||||
I do my exercises regularly. (Egzersizlerimi düzenli olarak yaparım.) | |||||
2184) regulate; (fiil) | |||||
düzenlemek, düzene sokmak, ayarlamak | |||||
Meat prices were regulated by the government. (Et fiyatları hükümet tarafından düzenlendi.) | |||||
2185) regulation; (isim) | |||||
düzenleme, ayarlama | |||||
We should adapt to new regulations. (Yeni düzenlemelere uyum sağlamalıyız.) | |||||
2186) reinforce; (fiil) | |||||
sağlamlaştırmak, pekiştirmek, güçlendirmek, takviye etmek | |||||
All buildings in this area were reinforced to withstand earthquakes. (Bu bölgedeki tüm binalar depreme dayanaklı olması için sağlamlaştırıldı.) | |||||
2187) reject; (fiil) | |||||
reddetmek, geri çevirmek, istememek | |||||
The proposal was rejected. (Öneri reddedildi.) | |||||
2188) relate; (fiil) | |||||
ilişkisi olmak, ilgili olmak, nakletmek, bağlantı kurmak | |||||
It is difficult to relate these two topics. (Bu iki konu arasında bağlantı kurmak çok zor.) | |||||
2189) relation; (isim) | |||||
ilişki, bağlantı, oran | |||||
We have a strong relation in our family. (Ailemizde güçlü bir ilişki var.) | |||||
2190) relationship; (isim) | |||||
ilişki, alaka, bağlantı, akrabalık, yakınlık | |||||
She has a very close relationship with her cousin. (Kuzeniyle çok yakın bir ilişkisi var.) | |||||
2191) relative; (isim, sıfat) | |||||
i.; akraba, hısım s.; göreceli, nispi, ilişkin | |||||
I don’t know many of my distant relatives. (Uzak akrabalarımın çoğunu tanımıyorum.) | |||||
2192) relatively; (zarf) | |||||
nispeten, görece, oranla | |||||
I think this exam is relatively easy. (Bence bu sınav nispeten daha kolay.) | |||||
2193) relax; (fiil) | |||||
rahatlamak, gevşemek, hafiflemek, dinlenmek | |||||
Just relax and enjoy your holiday. (Gevşe ve tatilinin tadını çıkar.) | |||||
2194) release; (fiil, isim) | |||||
f.; salmak, serbest bırakmak, piyasaya sürmek i.; serbest bırakma, tahliye | |||||
They released the prisioner after five years. (Mahkumu beş yıl sonra serbest bıraktılar.) | |||||
2195) relevant; (sıfat) | |||||
konu ile ilgili, alakası olan | |||||
Do you have the relevant experience. (Konu ile alakalı tecrüben var mı?) | |||||
2196) relief; (isim) | |||||
rahatlama, hafifletme, iç rahatlaması | |||||
She sighed with relief. (Rahatlayarak oh çekti.) | |||||
2197) religion; (isim) | |||||
din, kült | |||||
You shoul respect other religions. (Diğer dinlere saygı göstermelisin.) | |||||
2198) religious; (sıfat) | |||||
dini, dindar, dinsel | |||||
His wife is very religious. (Onun karısı çok dindardır.) | |||||
2199) rely; (fiil) | |||||
güvenmek, itimat etmek, itibar etmek | |||||
You can rely on me, I can keep your secret. (Bana güvenebilirsin, sırrını tutarım.) | |||||
2200) remain; (fiil) | |||||
geriye kalmak, artakalmak, artmak, olduğu gibi kalmak | |||||
Only a small part of the house remained after the fire. (Yangından sonra evin çok küçük bir kısmı geriye kaldı.) | |||||
2201) remaining; (isim, sıfat) | |||||
i.; kalma, bakiye s.; arda kalan, baki, kalık | |||||
She gave the remaining foods to her neighbour. (Kalan yemekleri komşusuna verdi.) | |||||
2202) remarkable; (sıfat) | |||||
dikkat çekici, göze çarpan, dikkate değer | |||||
She is truly a remarkable woman. (O gerçekten dikkat çekici bir kadın.) | |||||
2203) remember; | |||||
hatırlamak, anımsamak, anmak | |||||
Do you remember your first day at school? (Okuldaki ilk gününü hatırlıyor musun?) | |||||
2204) remind; (fiil) | |||||
hatırlatmak, anımsatmak, andırmak | |||||
Can someone remind me the exam’s date. (Birisi bana sınavın tarihini hatırlatabilir mi?) | |||||
2205) remote; (isim, sıfat) | |||||
i.; uzak s.; mesafeli, dolaylı | |||||
The beach is remote from here. (Sahil buradan uzakta.) | |||||
2206) remove; (fiil) | |||||
çıkarmak, gidermek, ortadan kaldırmak, uzaklaştırmak, taşımak | |||||
Use soap to remove the stain. (Lekeyi çıkarmak için sabun kullan.) | |||||
2207) repeat; (fiil) | |||||
tekrarlamak, yinelemek, tekrar etmek | |||||
Can you repeat it again? (Birkez daha tekrar edebilir misin?) | |||||
2208) repeatedly; (zarf) | |||||
tekrar tekrar, durmadan, defalarca | |||||
He said the song repeatedly. (Şarkıyı tekrar tekrar söyledi.) | |||||
2209) replace; (fiil) | |||||
yer değiştirmek, yerine geçmek, yenisiyle değiştirmek | |||||
They say computers will replace human’s workforce. (Bilgisayarların insan çalışma gücünün yerine geçeceğini söylüyorlar.) | |||||
2210) reply; (fiil, isim) | |||||
f.; cevaplamak, yanıt vermek i.; cevap, yanıt | |||||
He replied my letters. (Benim mektuplarımı cevapladı.) | |||||
2211) report; (fiil, isim) | |||||
f.; rapor etmek, bildirmek, haber vermek, ihbar etmek i.; rapor, bildiri, tutanak | |||||
The committee will report on its research tomorrow. (Komite, yarın araştırmalarını rapor edecek.) | |||||
2212) reporter; (isim) | |||||
muhabir, haberci, muhbir | |||||
A reporter from New York Times made an interview with the doctor. (New York Times’dan bir muhabir benimle röportaj yaptı.) | |||||
2213) represent; (fiil) | |||||
temsil etmek, simgelemek, anlatmak | |||||
The European Union represents 28 countries. (Avrupa Birliği 28 ülkeyi temsil ediyor.) | |||||
2214) representation; (isim) | |||||
temsil, temsilcilik | |||||
We made a representation to the public. (Halka bir temsil sergiledik.) | |||||
2215) representative; (sıfat) | |||||
temsilci, temsili | |||||
The committee includes representatives from industry. (komitede sanayiden de temsilciler var.) | |||||
2216) Republican; (sıfat, isim) | |||||
s.; cumhuriyetçi i.; (abd’de)cumhuriyetçi parti taraftarı | |||||
The Republicans won the election in America. (Amerika’da seçimi Cumhuriyetçiler kazandı.) | |||||
2217) reputation; (isim) | |||||
ün, şöhret, itibar | |||||
She soon acquired a reputation as a singer. (Kısa sürede şarkıcı olarak ün elde etti.) | |||||
2218) request; (fiil, isim) | |||||
f.; talep etmek, istemek, rica etmek i.; talep, rica, istek | |||||
They made a request for further aid. (Daha fazla yardım talep ettiler.) | |||||
2219) require; (fiil) | |||||
gerekmek, ihtiyacı olmak, gereksinim içinde olmak | |||||
The little dog requires a lot of care. (Küçük köpeğin çok ilgiye ihtiyacı var.) | |||||
2220) requirement; (isim) | |||||
ihtiyaç, gereksinim | |||||
Our immediate requirement is more staff. (Bizim acil ihtiyacımız daha fazla eleman.) | |||||
2221) research; (isim, fiil) | |||||
i.; araştırma, inceleme, bilimsel araştırma f.; araştırmak, incelemek | |||||
What are the results of the research? (Araştımanın sonuçları neler?) | |||||
2222) researcher; (isim) | |||||
araştırmacı | |||||
He was a former researcher of our university. (O, üniversitemizin araştırmacısıydı.) | |||||
2223) resemble; (fiil) | |||||
benzemek, andırmak, birisine çekmek | |||||
He closely resembles his father. (O, babasına çok benziyor.) | |||||
2224)reservation; (isim) | |||||
rezervasyon, yer ayırtma | |||||
I will call the hotel and make a reservation. (Oteli arayacağım ve rezervasyon yaptıracağım.) | |||||
2225) resident; (isim) | |||||
sakin, bir yerde oturan | |||||
The pool is only for residents. (Havuz yalnızca burada oturanlar için.) | |||||
2226) resist; (fiil) | |||||
direnmek, karşı koymak, dayanmak, göğüs germek | |||||
We are determined to resist the pressure. (Baskıya direnmekte kararlıyız.) | |||||
2227) resistance; (iism) | |||||
direnç, direniş, direnme, rezistans, dayanma gücü | |||||
There has been a strong resistance to this new law. (Yeni yasaya karşı güçlü bir direniş var.) | |||||
2228) resolution; (isim) | |||||
kararlılık, azim, önerme, çözme | |||||
I am against this resolution. (Bu önermeye karşıyım.) | |||||
2229) resolve; (fiil) | |||||
azmetmek, kesin karar vermek, çözümlemek, gidermek | |||||
We met to resolve the conflict. (Tartışmayı gidermek üzere buluştuk.) | |||||
2230) resort; (isim) | |||||
tatil yeri, dinlence yeri, tatil merkezi | |||||
The ski resorts prices are very high. (Kayak merkezi fiyatları çok yüksek.) | |||||
2231) resource; (isim) | |||||
kaynak | |||||
We must use our natural resources efficiently. (Doğal kaynaklarımızı verimli bir şekilde kullanmalıyız.) | |||||
2232) respect; (isim, fiil) | |||||
i.; saygı, itibar, hürmet f.; saygı göstermek, itibar göstermek, hürmet etmek | |||||
She has no respect to her parents. (Ebeveynlerine karşı hiç saygısı yok.) | |||||
2233) respond; (fiil) | |||||
karşılık vermek, yanıtlamak, tepki göstermek | |||||
How did he respond the news? (Haberlere nasıl karşılık verdi?) | |||||
2234) respondent; (isim, sıfat) | |||||
i.; davalı, sanık s.; savunma yapan, karşılık veren | |||||
The respondents refused the blames. (Sanıklar suçlamaları reddetti.) | |||||
2235) response; (isim) | |||||
cevap, yanıtlama, karşılık | |||||
I called twice but there was no response. (İki kez aradım ancak yanıt yoktu.) | |||||
2236) responsibility; (isim) | |||||
sorumluluk, yükümlülük, mesuliyet | |||||
Jane took the full responsibility. (Jane, tüm sorumluluğu üstüne aldı.) | |||||
2237) responsible; (sıfat) | |||||
sorumlu, yükümlü, mesul | |||||
John is responsible for financing the project. (John, projeyi finanse etmekten sorumlu.) | |||||
2238) rest; (fiil, isim) | |||||
f.; dinlenmek, dayanmak, güvenmek i.; geri kalan, artan, dinginlik, dayanak | |||||
You need to rest if you are sick. (Hastaysan dinlenmen gerek.) | |||||
2239) restaurant; (isim) | |||||
restoran, lokanta | |||||
We had a meal in a restaurant. (Restronda yemek yedik.) | |||||
2240) restore; (fiil) | |||||
yenileştirmek, iyileştirmek, restore etmek | |||||
They restored the old church. (Eski kiliseyi restore ettiler.) | |||||
2241)restriction; (isim) | |||||
sınırlama, kısıtlama, daraltma | |||||
The government put restrictions on foreign trade. (Hükümet dış ticarete kısıtlama getirdi.) | |||||
2242) result; (isim, fiil) | |||||
i.; sonuç, netice f.; sonuçlanmak, neticelenmek | |||||
Success is the result of hard work. (Başarı, sıkı çalışmanın bir sonucudur.) | |||||
2243) retain; (fiil) | |||||
alıkoymak, elde tutmak, sürdürmek | |||||
He struggled to retain the control. (Kontrolü elinde tutmak için mücadele verdi.) | |||||
2244) retire; (fiil) | |||||
emekli olmak, inzivaya çekilmek | |||||
He retired early because of his sickness. (Hastalığı nedeniyle erken emekli oldu.) | |||||
2245) retirement; (isim) | |||||
emeklilik, geri çekilme | |||||
The retirement age for men is 65. (Erkekler için emeklilik yaşı 65’tir.) | |||||
2246) return; (isim, fiil) | |||||
i.; geri dönüş, iade f.; geri dönmek, geri çevirmek, iade etmek | |||||
When will you return from holiday? (Tatilden ne zaman döneceksiniz?) | |||||
2247) reveal; (fiil) | |||||
ortaya çıkarmak, meydana koymak, açığa vurmak, afişe etmek | |||||
She didn’t reveal her friend’s secrets. (Arkadaşının sırlarını açığa çıkarmadı.) | |||||
2248) revenue; (isim) | |||||
gelir, hasılat | |||||
The company’s annual revenue is about three million dollars. (Şirketin yıllık hasılatı ortalama üç milyon dolar.) | |||||
2249) review; (fiil) | |||||
gözden geçirmek, yeniden gözatmak, incelemek | |||||
We need to review the case. (Durumu gözden geçirmeliyiz.) | |||||
2250) revolution; (isim) | |||||
devrim, ihtilal | |||||
French revolution break out in 1789. (Fransız Devrimi 1789’da ortaya çıktı.) | |||||
2251) rhythm; (isim) | |||||
ritim, nabız atışı | |||||
He can’t seem to play in rhythm. (Ritme uygun çalmıyor gibi görünüyor.) | |||||
2252) rice; (isim) | |||||
pirinç, pilav | |||||
We ate rice and meatball at dinner. (Akşam yemeğinde pilav ve köfte yedik.) | |||||
2253) rich; (sıfat) | |||||
zengin, verimli, besleyici | |||||
They are one of the richest families in the world. (Onlar, dünyanın en zengin ailelerinden biri.) | |||||
2254) rid; (fiil) | |||||
temizlemek, defetmek, başından atmak, kurtulmak | |||||
He wants to rid of his old car. (Eski arabasından kurtulmak istiyor.) | |||||
2255) ride; (fiil, isim) | |||||
f.; binmek (at, bisiklete, motosiklet vb) i.; gezinti, yolculuk (at, bisiklet, araba ile) | |||||
I learnt to ride as a child. (Bisiklet sürmeyi çocukken öğrendim.) | |||||
2256) rifle; (isim, fiil) | |||||
i.; tüfek f., soymak, yağma etmek | |||||
Their home had been rifled. (Onların evi soyuldu.) | |||||
2257) right; (isim, sıfat, zarf) | |||||
i.; sağ taraf, hak, dürüstlük s.; haklı, doğru,dürüst zf.; doğruca | |||||
You are right to criticize him. (Onu eleştirmekte haklısın.) | |||||
2258) ring; (fiil, isim) | |||||
f.; çalmak (telefon, zil) i.; yüzük, halka | |||||
The door is ringing. (Kapı çalıyor.) | |||||
2259) rise; (isim, fiil) | |||||
i.; artış, zam, yükselme, güneşin doğuşu f.; yükselmek, gün doğmak, ayağa kalmak | |||||
I am going to ask for a rise. (Zam isteyeceğim.) | |||||
2260) risk; (isim, fiil) | |||||
i.; risk, tehlike f.; riske etmek, tehlikeye atmak | |||||
Why you take such a risk? (Neden böyle bir risk alıyorsun?) | |||||
2261) river; (isim) | |||||
nehir, akarsu | |||||
Kızılırmak is longest river of Turkey. (Kızılırmak Türkiye’nin en uzun nehridir.) | |||||
2262) road; (isim) | |||||
yol, cadde | |||||
The house is on a very busy road. (Ev, çok işlek bir yol üzerinde.) | |||||
2263) rock; (isim, fiil) | |||||
i.; kaya, taş, rock müziği, sallama f.; sallamak, sarsmak | |||||
It is possible to find volcanic rocks in this area. (Bu bölgede volkanik kayalara rastlamak mümkün.) | |||||
2264) role; (isim, fiil) | |||||
i.; rol, görev f.; rol yapmak | |||||
It is one of the greatest roles I have played. (Oynadığım en harika rollerden bir tanesi.) | |||||
2265) roll; (fiil, isim) | |||||
f.; yuvarlamak, yuvarlanmak, rulo yapmak i.; rulo, yuvarlanma | |||||
Wallpaper is sold in rolls. (Duvarkağıdı rulo şeklinde satılıyor.) | |||||
2266) romantic; (sıfat) | |||||
romantik, duygusal | |||||
He buys me roses every week, he is so romantic. (Bana her hafta gül alır, çok romantik biridir.) | |||||
2267) roof; (isim) | |||||
çatı, dam | |||||
The cat climbed the roof. (Kedi çatıya tırmandı.) | |||||
2268) room; (isim) | |||||
oda, salon,mekan, yer | |||||
You should sit in the waiting room for a few minutes. (Birkaç dakikalığına bekleme odasında oturmalısınız.) | |||||
2269) root; (isim) | |||||
kök, köken, kaynak, töz | |||||
Pull the plant up by the roots. (Bitkiyi köklerinden kopar.) | |||||
2270) rope; (isim) | |||||
halat, ip, urgan | |||||
They tied his hands with rope. (Ellerini iple bağladılar.) | |||||
2271) rose; (isim) | |||||
gül, rozet | |||||
I like the smell of rose. (Gül kokusunu severim.) | |||||
2272) rough; (sıfat) | |||||
kaba, sert, kötü, pürüzlü, pütür pütür, tırtıklı | |||||
I am having a rough day. (Kötü bir gün geçiriyorum.) | |||||
2273) roughly; (zarf) | |||||
yaklaşık olarak, kabaca, aşağı yukarı | |||||
Sales are up by roughly 20%. (Satışlar yaklaşık olarak %20 oranında arttı.) | |||||
2274) round; (sıfat, isim,fiil) | |||||
s.; yuvarlak i.; sefer, tur f.; köşeyi, virajı dönmek, etrafında dönmek | |||||
Rugby isn’t played with a round ball. (Rugby yuvarlak topla oynanmaz.) | |||||
2275) route; (isim) | |||||
rota, güzergah, hat | |||||
Which is the shortest route to take? (Hangi güzergah daha kısa?) | |||||
2276) routine; (sıfat, isim) | |||||
s.; rutin, alışılagelen, sıradan i.; alışkanlık haline gelmiş şey, hergünkü işler, rutin | |||||
Doing exercise is a part of my daily routine. (Egzersiz yapmak benim günlük rutinim.) | |||||
2277) row; (isim) | |||||
sıra, dizi, kargaşa, kavga | |||||
Let’s sit in the back row. (Arka sırada oturalım.) | |||||
2278) rub; (fiil) | |||||
ovmak, sürtmek, zımparalamak | |||||
She rubbed her chin thoughtfully. (Düşünceli bir şekilde çenesini ovdu.) | |||||
2279) rule; (isim, fiil) | |||||
i.; kural, kanun, yasa, adet f.; yönetmek, hükmetmek, egemen olmak | |||||
The primitive tribes are living according to the unwritten rules. (ilkel kabileler, yazılı olmayan kurallara göre yaşıyorlar.) | |||||
2280) run; (isim, fiil) | |||||
i.; koşu, akış f.; koşmak, seyirtmek, işletmek, çalıştırmak | |||||
Can you run as fast as John? (John kadar hızlı koşabilir misin?) | |||||
2281) running; (isim) | |||||
koşu, koşma, işletme, çalışma, idare etme | |||||
I’ve bought a new running shoes. (Yeni koşu ayakkabıları aldım.) | |||||
2282) rural;(sıfat) | |||||
kırsal, taşra | |||||
They used to live in rural area. (Kırsal alanda yaşamaya alıştılar.) | |||||
2283) rush; (fiil, isim) | |||||
f.; acele etmek, telaş etmek, koşturmak i.; acele, telaş , koşuşturmaca, rağbet | |||||
There is no need to rush, we have plenty of time. (Acele etmeye gerek yok, çok zamanımız var.) | |||||
2284) Russian; (isim) | |||||
rus, rusça | |||||
She decided to learn Russian. (Rusça öğrenmeye karar verdi.) | |||||
2285) sacred; (sıfat) | |||||
kutsal, aziz, mukaddes | |||||
Cows are sacred to Hindus. (İnekler Hindular için kutsaldır.) | |||||
2286) sad; (sıfat) | |||||
üzgün, üzüntülü, hüzünlü, üzücü | |||||
Don’t be sad, everything will be okay. (Üzülme, her şey iyi olacak.) | |||||
2287) safe; (isim, sıfat) | |||||
i.; kasa s.; güvende, emniyetli, tehlikesiz | |||||
I don’t feel safe in this hotel. (Bu otelde güvende hissetmiyorum.) | |||||
2288) safety; (isim) | |||||
güvenlik, emniyet, güven | |||||
They took all necessary safety precautions. (Tüm gerekli güvenlik önlemlerini aldılar.) | |||||
2289) sake; (isim) | |||||
hatır | |||||
Oh, for goodness’ sake! (Ah, Tanrı aşkına!)-kalıp bir kullanımdır | |||||
2290) salad; (isim) | |||||
salata | |||||
Can I have a chicken salad? (Tavuklu salata alabilir miyim?) | |||||
2291) salary; (isim) | |||||
aylık, maaş | |||||
They complains about the low salary. (Düşük maaştan şikayetçiler.) | |||||
2292) sale; (isim) | |||||
satış, ucuzluk | |||||
She gets 5% commission on each sale. (Her bir satıştan %5 komisyon alıyor.) | |||||
2293) sales; (isim) | |||||
satış, indirimli satış | |||||
I bought shoes in the sales. (İndirimden ayakkabı aldım.) | |||||
2294) salt; (isim) | |||||
tuz | |||||
Pass the salt please. (Tuzu uzatır mısın lütfen.) | |||||
2295) same; | |||||
s.; aynı, benzer zm.; aynısı, aynı şey zf.; aynı şekilde | |||||
We have lived in the same neighborhood for ten years. (On yıldır aynı semtte yaşıyoruz.) | |||||
2296) sample; (isim) | |||||
numune, örnek, örneklem | |||||
The doctor wanted a blood sample for the test. (Doktor test için kan örneği istedi.) | |||||
2297) sanction; (isim) | |||||
yaptırım, onaylama, müsaade, teyit | |||||
The economic sanctions have been lifted. (Ekonomik yaptırımlar kaldırıldı.) | |||||
2298) sand; (isim) | |||||
kum, kumsal | |||||
We went for a walk along the sand. (Kumsalda yürüyüşe çıktık.) | |||||
2299) satellite; (isim) | |||||
uydu | |||||
The moon is a satellite of earth. (Ay, dünyanın uydusudur.) | |||||
2300) satisfaction; (isim) | |||||
tatmin, memnuniyet, doygunluk | |||||
She had the satisfcation of seeing her book is loved. (Kitabının sevilmiş olmasından memnuniyet duydu.) | |||||
2301) satisfy; (fiil) | |||||
tatmin etmek, memnun etmek, doyurmak | |||||
Her success didn’t satisfy everyone. (Onun başarısı herkesi memnun etmedi.) | |||||
2302) sauce; (isim) | |||||
sos | |||||
I want some tomato sauce on pasta. (Makarnanın üzerine biraz domates sosu istiyorum.) | |||||
2303) save; (isim, fiil) | |||||
i.; kurtarma f.;kurtarmak, para biriktirmek, tasarruf etmek | |||||
She saved a little girl from falling into the sea. (Küçük bir kızı denize düşmekten kurtardı.) | |||||
2304) saving; (isim, sıfat) | |||||
i.; tasarruf, birikim, biriktirme, kurtarma s.; kurtaran | |||||
You saved my life. Thank you for everything. (Hayatımı kurtardın. Her şey için teşekkür ederim.) | |||||
2305) say;) | |||||
söylemek, demek | |||||
I didn’t believe even a single word he said. (Söylediği tek bir söze bile inanmadım.) | |||||
2306) scale; (fiil, isim) | |||||
f.; ölçeklendirmek, hesaplamak, tartmak i.; ölçek, tartar, pul | |||||
On a global scale, %25 of energy is created from natural sources. (Küresel ölçekte, enerji üretiminin %25’i doğal kaynaklardan üretiliyor.) | |||||
2307)scandal; (isim) | |||||
skandal, rezalet, rezillik | |||||
His words caused scandals. (Sözleri skandallara neden oldu.) | |||||
2308) scared; (sıfat) | |||||
korkmuş | |||||
He is scared of darkness. (O, karanlıktan korkar.) | |||||
2309) scenario; (isim) | |||||
senaryo | |||||
The scenario of the film was really interesting. (Filmin senaryosu gerçekten ilginçti.) | |||||
2310) scene; (isim) | |||||
olay yeri, sahne, perde, manzara | |||||
He described the scene in detail. (Olay yerini detaylıca tarif etti.) | |||||
2311) schedule; (isim, fiil) | |||||
i.; program plan, çizelge f.; çizelgelemek, planlamak | |||||
We are studying to a tight schedule. (Sıkı bir programa bağlı ders çalışıyoruz.) | |||||
2312) scheme; (fiil, isim) | |||||
f.; dolap çevirmek,düzenlemek, tasarlamak i.; entrika, dolap, şema | |||||
The poem’s rhyme scheme is complicated. (Şiirin uyak şeması karmaşık.) | |||||
2313) scholar; (isim) | |||||
bilgin, bilimadamı, bursiyer | |||||
He is the most distinguished scholar in his field. (Alanındaki en seçkin bilimadamıdır.) | |||||
2314) scholarship; (isim) | |||||
burs, bilim, alimlik | |||||
He went to music school on a scholarship. (Müzik okuluna burslu gitti.) | |||||
2315) school; (isim) | |||||
okul, fakülte, mektep | |||||
We need more money for hospitals and schools. (Hastaneler ve okullar için daha fazla paraya ihtiyacımız var.) | |||||
2316) science; (isim) | |||||
bilim, ilim, bilim dalı | |||||
There have been a great progress in science and technology. (Bilim ve teknolojide büyük bir ilerleme var.) | |||||
2317) scientific; (sıfat) | |||||
bilimsel, ilmi | |||||
He is interested in scientific discoveries. (O, bilimsel keşiflerle çok ilgili.) | |||||
2318) scientist; (isim) | |||||
bilim adamı, bilim insanı, fenci, alim, bilgin | |||||
Many scientists are working in this field. (Birçok bilim adamı bu alanda çalışıyor.) | |||||
2319) scope; (isim,fiil) | |||||
i.; kapsam, faaliyet alanı, niyet f.; araştırmak, incelemek | |||||
There is still plenty of scope for improvement. (Gelişim için hala birçok faaliyet alanı var.) | |||||
2320) score; (isim, fiil) | |||||
i.; skor, sayı (oyunda), puan f.; puan almak, sayı kazanmak | |||||
The final score is 5-2. (Son skor 5-2.) | |||||
2321) scream; (fiil, isim) | |||||
f.; çığlık atmak, bağırmak, haykırmak i.; çığlık, bağırma, haykırış | |||||
She screamed like she had seen a monstar. (Canavar görmüşçesine çığlık attı.) | |||||
2322) screen; (isim) | |||||
ekran, beyazperde, sinema | |||||
We were staring at the computer screen. (Bilgisayar ekranına bakıyorduk.) | |||||
2323) script; (isim) | |||||
senaryo, el yazısı | |||||
I admired her neat script. (Onun muntazam el yazısına hayran kaldım.) | |||||
2324) sea; (isim) | |||||
deniz, derya | |||||
We stayed in a hotel with sea view? (Deniz manzaralı bir otelde kaldık.) | |||||
2325) search; (isim, fiil) | |||||
i.; arama, araştırma f.; araştırmak, aramak | |||||
The search for a cure goes on. (Tedavi için araştırma devam ediyor.) | |||||
2326) season; (isim, fiil) | |||||
i.; mevsim, sezon, baharat f.; baharat katmak | |||||
The hotels are always full during the summer season. (Yaz sezonu boyunca oteller her zaman dolu olur.) | |||||
2327) seat; (isim, fiil) | |||||
i.; koltuk, oturacak yer, iskemle f.; oturtmak | |||||
Ladies and gentlemen, please take your seats. (Bayanlar ve baylar lütffen yerlerinizi alın.) | |||||
2328) second; (isim, sıfat) | |||||
i.; saniye, an, düello şahidi s.; ikinci | |||||
Ankara is the second most crowded city of Turkey. (Ankara, Türkiye’nin ikinci en kalabalık şehridir.) | |||||
2329) secret; (isim, sıfat) | |||||
i.; sır, gizem s.; gizli, gizemli, esrarlı | |||||
Don’t tell your secret to anyone. (Sırrını hiç kimseye söyleme.) | |||||
2330) secretary; (isim) | |||||
sekreter | |||||
Please call my secretary to make an appoinment. (Lütfen randevu almak için sekreterimi arayın.) | |||||
2331) section; (isim) | |||||
kısım, bölüm, kesit, parça, bölük | |||||
We will discuss these issues in the next section. (Bu konuları önümüzdeki bölümde tartışacağız.) | |||||
2332) sector; (isim) | |||||
sektör, işkolu | |||||
The private sector is tiring. (Özel sektör yorucudur.) | |||||
2333) secure; (fiil) | |||||
güvenceye almak, korumak, sağlamlaştırmak | |||||
I feel secure when you are with me. (Sen benimleyken güvende hissediyorum.) | |||||
2334) security; (isim) | |||||
güvenlik, emniyet, koruma | |||||
John is a security guard at the airport. (John havaalanında güvenlik görevlisi.) | |||||
2335) see; (fiil) | |||||
görmek, bakmak,seyretmek, anlamak, farketmek | |||||
Did you see what happened last night? (Dün gece ne olduğunu gördün mü?) | |||||
2336) seed; (isim, fiil) | |||||
tohum, döl f.; tohumlamak, çekirdeğini çıkarmak | |||||
These fruits can be grown from seed. (Bu meyveler tohumdan yetişebilirler.) | |||||
2337) seek; (fiil) | |||||
aramak, uğraşmak, peşinde koşmak | |||||
We are seeking new ways of expanding our membership. (Üyeliklerimizi genişletmenin yeni yollarını arıyoruz.) | |||||
2338) seem; (fiil) | |||||
görünmek, gözükmek, benzemek, gibi gelmek | |||||
It seems that he knows what he is doing. (Ne yaptığını biliyor gibi görünüyor.) | |||||
2339) segment; (isim, fiil) | |||||
i.; bölüm, parça, altkesit f.; bölmek, parçalara ayırmak | |||||
She delated a small segment of the painting. (Resmin küçük bir parçasını sildi.) | |||||
2340) seize; (fiil) | |||||
kapmak, el koymak, gasp etmek, zorla almak | |||||
He tried to seize the gun from her. (Tabancayı ondan zorla almaya çalıştı.) | |||||
2341) select; (fiil) | |||||
seçmek, ayıklamak | |||||
He was selected to the basketball team. (O, basketbol takımına seçildi.) | |||||
2342) selection; (isim) | |||||
seçme, seçim, ayırma, seleksiyon | |||||
The final team selection will be made tomorrow. (Son takım seçmeleri yarın yapılacak.) | |||||
2343) self; (isim, zamir) | |||||
i.; öz, kişilik zm.; kendi | |||||
She has no self confidence. (Onun hiç özgüveni yok.) | |||||
2344) sell; (fiil) | |||||
satmak, vermek, satılmak | |||||
We offered them a good price to sell their car. (Arabalarını satmaları için iyi bir fiyat teklif ettik.) | |||||
2345) senate; (isim) | |||||
senato | |||||
He is a member of Senate. (O bir Senato üyesi.) | |||||
2346) senator; (isim) | |||||
senatör | |||||
He has served as Senator for California since 2015. (2015’den bu yana Kaliforniya’ya senatör olarak hizmet ediyor.) | |||||
2347) send; (fiil) | |||||
göndermek, sevk etmek, yollamak, dağıtmak | |||||
I’ll send you a postcard. (Sana bir kartpostal göndereceğim.) | |||||
2348) senior; (isim) | |||||
kıdemli, üst düzey, son sınıf öğrencisi, yaşça büyük, | |||||
Junior nurses usually work alongside more senior nurses. (Kıdemce aşağı olan hemşireler genellikle daha kıdemli hemşirelerin yanında çalışırlar.) | |||||
2349) sense; (isim, fiil) | |||||
i.; duyu, his, algı, anlam, düşünce f.; hissetmek, sezmek, içine doğmak, anlamak | |||||
Dogs have a strong sense of smell. (Köpeklerin güçlü bir koku alma duyusu vardır.) | |||||
2350) sensitive; (sıfat) | |||||
duyarlı, hassas, içli | |||||
She is very sensitive to other people’s problems. (Başka insanların sorunlarına karşı çok duyarlıdır.) | |||||
2351) sentence; (isim, fiil) | |||||
i.; cümle , hüküm f.; hüküm vermek, cezaya çarptırmak, mahkum etmek | |||||
Use the word ‘book’ in a sentence. (Kitap kelimesini bir cümle içinde kullan.) | |||||
2352) separate; (fiil, sıfat) | |||||
f.; ayırmak, ayrıştırmak s.; ayrı, ayrık | |||||
They use seperate bathrooms. (Onlar ayrı banyoları kullanıyolar.) | |||||
2353) sequence; (isim) | |||||
dizi, sıra, silsile, birbiri ardından gelme, ardışık | |||||
Number the pages in sequence. (Sayfaları ardışık numaralandır.) | |||||
2354) series; (isim) | |||||
seri, silsile, dizi | |||||
They gave a series of concerts. (Onlar, bir dizi konser verdiler.) | |||||
2355) serious; (sıfat) | |||||
ciddi, ağırbaşlı, gerçek, tehlikeli | |||||
I am not a very serious person. (çok ciddi bir insan değilim.) | |||||
2356) seriously; (zarf) | |||||
cidden, ciddi olarak, ağır şekilde | |||||
Seriously, what is the matter with you? (Cidden, senin sorunun ne?) | |||||
2357) serve; (fiil) | |||||
hizmet etmek, servis yapmak, servis atmak | |||||
They served a wonderful meal to their guests. (Misafirlerine harika yemekler servis ettiler.) | |||||
2358) service; (isim) | |||||
hizmet, servis, görev, idare | |||||
The government aims to improve public services. (Hükümet, kamu hizmetlerini geliştirmeyi hedefliyor.) | |||||
2359) session; (isim) | |||||
seans, celse, oturum | |||||
The court session lasted an hour. (Mahkeme oturumu bir saat sürdü.) | |||||
2360) set; (isim, sıfat, fiil) | |||||
i.; set, takım,dizi,seri s.; belirli, kurulmuş, sabit f.; batmak(güneş), bir ödev vermek, başlamak, girişmek,yerleştirmek, yerleşmek, belirlemek, oturtmak, kararlaştırmak | |||||
Who wants to set the table? (Masayı hazırlamayı kim ister?) | |||||
2361) setting; (isim) | |||||
ortam, ayar, düzenleme | |||||
It was the perfect setting for a wonderful wedding. (Muhteşem bir düğün için harika bir ortamdı.) | |||||
2362) settle; (fiil) | |||||
yerleşmek, oturmak, konmak, çökeltmek (sıvının içindeki katı maddeleri) | |||||
The cat settled itself on the couch. (Kedi kanepeye oturdu.) | |||||
2363) settlement; (isim) | |||||
yerleşim, mesken, yerleştirme, tasfiye, anlaşma | |||||
She signed the divorce settlement. (Boşanma anlaşmasını imzaladı.) | |||||
2364) seven; (isim) | |||||
yedi rakamı | |||||
There are seven days in a week. (Bir haftada yedi gün var.) | |||||
2365) several; (sıfat) | |||||
birçok, çeşitli, değişik | |||||
She’s written several books about nature. (Doğa üzerine birçok kitap yazdı.) | |||||
2366) severe; (sıfat) | |||||
şiddetli, sert, haşin, acı | |||||
We had a severe winter last year. (Geçen yıl sert bir kış geçirdik.) | |||||
2367) sex; (isim) | |||||
seks, cinsel ilişki, sevişme, cinsellik, cinsiyet | |||||
How can you tell what sex a fish is? (Bir balığın hangi cinsiyetten olduğunu nasıl anlarsın?) | |||||
2368) sexual; (sıfat) | |||||
cinsel, cinsi, seksüel | |||||
Legislations preventing sexual abuse must be enacted. (Cinsel istismarı önleyici yasalar çıkarılmalı.) | |||||
2369) shade; (isim, fiil) | |||||
i.; gölge, gölgelik f.; gölge yapmak | |||||
The temperature reaches 30 C in the shade. (Sıcaklık, gölgede otuz dereceye ulaşıyor.) | |||||
2370) shadow; (isim) | |||||
gölge, karartı | |||||
The dog is chasing its shadow. (Köpek, kendi gögesini kovalıyor.) | |||||
2371) shake; (fiil, isim) | |||||
f.; sallamak, titremek, silkelemek, çalkalamak, sarmak i.; titreme, sarsma, sarsıntı, sallanış | |||||
Shake the bottle well before use. (Kullanmadan önce şişeyi iyice çalkalayın) | |||||
2372) shall; (fiil) | |||||
kararlılık, niyet, plan bildiren gelecek zaman yardımcı fiili, söz verme durumunda kullanılır | |||||
This time next week I shall be in London. (Gelecek hafta bu zamanlarda Londra’da olacağım.) | |||||
2373) shape; (fiil, isim) | |||||
f.; şekillendirmek, şekil vermek, biçimlendirmek i.; şekil, biçim, form | |||||
The cake was in shape of a heart. (Pasta kalp şeklindeydi.) | |||||
2374) share; (fiil, isim) | |||||
f.; paylaşmak, bölüştürmek, hisse almak, ortak olmak i.; pay, hisse, paylaşma | |||||
We shared the pizza between us. (Pizzayı aramızda paylaştık.) | |||||
2375) she; (isim, zamir) | |||||
i.; dişi, kadın zm.; o (dişil), kendisi | |||||
She is the strongest woman I have ever seen. (şimdiye dek gördüğüm en güçlü kadın.) | |||||
2376) sheet; (isim) | |||||
çarşaf, levha, tabaka | |||||
I have changed the sheets. (Çarşafları değiştirdim.) | |||||
2377) shelf; (isim) | |||||
raf, denizde sığlık | |||||
The jar is on the top shelf. (Kavanoz en üst rafta.) | |||||
2378) shell; (isim, fiil) | |||||
i.; kabuk, deniz kabuğu f.; kabuğunu çıkartmak, bombardıman yapmak | |||||
We collected shells on the beach. (Sahilde deniz kabuğu topladık.) | |||||
2379) shelter; (isim) | |||||
barınak, sığınak, siperlik | |||||
The homeless people are desperately seeking shelter. (Evsiz insanlar çaresiz halde sığınacak bir yer arıyorlar.) | |||||
2380) shift; (isim, fiil) | |||||
i.; vardiya, mesai, değişim f.; değiştirmek, yönü değişmek (rüzgar) | |||||
Could you help me shift this furniture. (Şu mobilyanın yerini değiştirmeme yardım eder misin?) | |||||
2381) shine; (fiil, isim) | |||||
f.; parlamak, parlatmak, parıldamak, ışımak i.; parlaklık | |||||
The sun is shining brightly. (Güneş ışıl ışıl parlıyor.) | |||||
2382) ship; (isim, fiil) | |||||
i.; gemi f.; gemiye mal yüklemek | |||||
The shiip has two restaurants. (Gemide iki adet restoran var.) | |||||
2383) shirt; (isim) | |||||
gömlek | |||||
This shirt is made of 100% cotton. (Bu gömlek %100 pamuktur.) | |||||
2384) shit; (fiil) | |||||
sıçmak, kaka yapmak , bok, saçmalık (argoda) | |||||
You are talking shit! (Saçmalıyorsun.) | |||||
2385) shock; (fiil, isim) | |||||
f.; şok etmek, sarsılmak i.; şok | |||||
I got a terrible shock yesterday. (Dün çok kötü bir şok yaşadım.) | |||||
2386) shoe; (isim) | |||||
ayakkabı | |||||
What’s your shoe size? (Ayakkabı numaranız nedir?) | |||||
2387) shoot; (fiil, isim) | |||||
f.; ateş etmek,öldürmek , vurmak, silahla yaralamak, çekim yapmak, film çekmek i.; vuruş, ateş, fotoğraf çekme, çekim | |||||
Don’t shoot. I surrender. (Ateş etme. Teslim oluyorum.) | |||||
2388) shooting; (isim) | |||||
ateş etme, ateş, avcılık | |||||
He suddenly started shooting. (Aniden ateş etmeye başladı.) | |||||
2389) shore; (isim) | |||||
kıyı, sahil, yaka | |||||
They have a beautiful house on the shores of the lake. (Gölün kıyısında çok güzel bir evleri var.) | |||||
2390) short; (sıfat) | |||||
kısa, alçak, bodur, dar (zaman) | |||||
The girl had a short curly hair. (Kızın kısa kıvırcık saçları vardı.) | |||||
2391) shortly; (zarf) | |||||
kısaca, birazdan, yakında | |||||
I will be ready shortly. (Birazdan hazır olacağım.) | |||||
2392) shot; (isim, fiil) | |||||
i.; atış, şut, silah sesi, fotoğraf karesi f.; vurmak | |||||
I heard some shots in the distance. (Uzaktan birkaç silah sesi duydum.) | |||||
2393) should; (fiil) | |||||
gerekmek, -meli/-malı | |||||
You should have been more careful. (Daha dikkatli olmalıydın.) | |||||
2394) shoulder; (isim, fiil) | |||||
i.; omuz, dağ (sırt) f.; omuz vurmak, omuzlamak | |||||
He looked back over his shoulder. (Omzunun üzerinden arkasına baktı.) | |||||
2395) shout; (fiil, isim) | |||||
f.; haykırmak, bağırmak i.; haykırış, bağırış | |||||
Stop shouting and listen! (Bağırmayı kes ve dinle.) | |||||
2396) show; ( isim, fiil) | |||||
f.; göstermek, kanıtlamak, sergilemek, sahnelemek, oynatmak i.; gösteri, tv programı, sergi | |||||
The research has shown that people are influenced by TV advertisements. (Araştırma, insanların televizyon reklamlarından etkilendiğini gösteriyor.) | |||||
2397) shower; (isim) | |||||
duş, sağanak, bebek hediye partisi | |||||
She is in shower now. (Şuanda duşta.) | |||||
2398) shrug; (isim, fiil) | |||||
i.; omuz silkme f.; omuz silkmek | |||||
Jane shrugged her shoulder and said nothing. (Jane omzunu silkti ve hiçbir şey söylemedi.) | |||||
2399) shut; (fiil, sıfat) | |||||
f.; kapatmak, kapamak s.; kapalı, kapanık | |||||
Shut the door, please. (Kapıyı kapat lütfen.) | |||||
2400) sick; (sıfat) | |||||
hasta, dengesiz (kimse), hastalıklı | |||||
Her father is very sick. (Onun babası çok hasta.) | |||||
2401) side; (isim, sıfat) | |||||
i.; kenar, taraf, cephe, yön,yaka s.; yan, yandaki | |||||
The car is standing on the right side of the road. (Araba, yolun sağ tarafında duruyor.) | |||||
2402) sigh; (isim, fiil) | |||||
i.; iç çekme, ah etme f.; iç çekmek, iç geçirmek, ah etmek | |||||
She sighed deeply. (Derin derin iç çekti.) | |||||
2403) sight; (isim) | |||||
görme, görme yetisi, görüş alanı, bakış | |||||
The disease has affected her sight. (Hastalık onun görme yetisini etkiledi.) | |||||
2404) sign; (fiil, isim) | |||||
f.; imzalamak, belirtmek, işaret etmek i.; işaret, simge, belirti,imza | |||||
Headaches may be a sign of stress. (Başağrıları stresin işareti olabilir.) | |||||
2405) signal; (fiil, isim) | |||||
f.; sinyal vermek, işaret etmek i.; sinyal, işaret, uyarı | |||||
There is no warning signal on the road. (Yolda hiç uyarı işareti yok.) | |||||
2406) significance; (isim) | |||||
önem, değer | |||||
Does the symbol has any particular significance? (Bu sembolün özel bir önemi var mı?) | |||||
2407) significant; (sıfat) | |||||
önemli, belirgin, dikkate değer, kaydadeğer | |||||
The project has shown a significant improvement. (Proje, önemli bir gelişme gösterdi.) | |||||
2408) significantly; (zarf) | |||||
önemli ölçüde | |||||
Profits of our company have increased significantly. (Şirketimizin karı önemli ölçüde arttı.) | |||||
2409) silence; (isim, fiil) | |||||
i.; sessizlik, suskunluk f.; susturmak | |||||
There was an absolute silence in the classroom. (Sınıfta tam bir sessizlik vardı.) | |||||
2410) silent; (sıfat) | |||||
sessiz, suskun | |||||
Eveybody be silent! (Herkes sessiz olsun!) | |||||
2411) silver; (sıfat, fiil) | |||||
s.; gümüş, gümüş rengi f.; gümüşle kaplamak | |||||
She was wearing a silver necklace. (Gümüş bir gerdanlık takıyordu.) | |||||
2412) similar; (sıfat) | |||||
benzer, eş | |||||
We have very similar hobbies. (Çok benzer hobilerimiz var.) | |||||
2413) similarly; (zarf) | |||||
benzer şekilde, benzer biçimde | |||||
The srudents dressed similary for the graduation ceremony. (Öğrenciler, mezuniyet törenleri için benzer şekilde giyindiler.) | |||||
2414) simple; (sıfat) | |||||
basit, sade, kolay, yalın, gösterişsiz | |||||
This machine is very simple to use. (Bu makineyi kullanmak çok kolay.) | |||||
2415) simply; (zarf) | |||||
basit bir şekilde, sadece, basbayağı, gösterişsiz bir şekilde | |||||
you must simply tell the truth. (Basitçe gerçeği söylemek zorundasın.) | |||||
2416) sin; (isim, fiil) | |||||
i.; günah, suç f.; günah işlemek | |||||
God, please forgive my sins. (Tanrım, lütfen günahlarımı affet.) | |||||
2417) since; (zarf, edat) | |||||
zf.;ondan sonra, o zamandan beri ed.;-den beri, -den dolayı, için | |||||
I haven’t eaten anything since breakfast. (Kahvaltıdan beri bir şey yemedim.) | |||||
2418) sing; (fiil) | |||||
şarkı söylemek, ötmek, şakımak, vızıldamak | |||||
Will you sing us a song? (Bize bir şarkı söyler misin?) | |||||
2419) singer; (isim) | |||||
şarkıcı | |||||
He is a wonderful opera singer. (O, muhteşem bir opera şarkıcısıdır.) | |||||
2420) single; (sıfat) | |||||
bekar, yalnız, tek, tekil, ayrı | |||||
There wasn’t a single vacant room in the hotel. (Otelde bir tek boş oda yoktu.) | |||||
2421) sink; (fiil, isim) | |||||
f.; batmak, suya batmak i.; lavabo | |||||
The boat sank to the bottom of the sea. (Tekne denizin altına battı.) | |||||
2422) sir; (isim) | |||||
bir asalet unvanı, sör, bay, efendim | |||||
Good morning, sir. (Günaydın efendim.) | |||||
2423) sister; (isim) | |||||
kız kardeş, abla, hemşire, hastabakıcı, rahibe | |||||
Do you have any brothers or sisters? (Erkek ya da kız kardeşin var mı?) | |||||
2424) sit; (fiil) | |||||
oturmak, bulunmak, durmak, konmak, kuluçkaya yatmak (tavuk), toplantı halinde olmak | |||||
May I sit here? (Buraya oturabilir miyim?) | |||||
2425) site; (fiil, isim) | |||||
f.; oturtmak, yerleştirmek i.; yerleşim yeri, mekan, site, yer, konum | |||||
This site is ideal for building the a house. (Bu yer, ev inşa etmek için uygun.) | |||||
2426) situation; (isim) | |||||
durum, konum, mevki, vazife, hal, | |||||
The situation is worse than we think. (Durum düşündüğümüzden daha kötü.) | |||||
2427) six; (isim) | |||||
altı rakamı | |||||
Cut the cake into six equal slices. (Pastayı altı eşit dilime böl.) | |||||
2428) size; (isim, fiil) | |||||
i.; boyut, büyüklük, ölçü, uzam f.; boyutlandırmak | |||||
We were shocked at the size of their house. (Evlerinin büyüklüğünü gördüğümüzde şok olduk.) | |||||
2429) ski; (isim, fiil) | |||||
i.; kayak f.; kaymak | |||||
We went skiing in Uludağ last winter. (Geçen kış Uludağ’da kayak yapmaya gittik.) | |||||
2430) skill; (isim) | |||||
beceri, marifet, yetenek, ustalık, hüner | |||||
This job requires management skill. (Bu iş yönetim becerisi gerektiriyor.) | |||||
2431) skin; (isim, fiil) | |||||
i.; ten, cilt, deri, zar f.; soymak, derisini yüzmek | |||||
He is receiving skin cancer treatment. (Cilt kanseri tedavisi görüyor.) | |||||
2432) sky; (isim) | |||||
gökyüzü | |||||
You can see a lot of stars in the sky. (Gökyüzünde bir sürü yıldız görebilirsin.) | |||||
2433) slave; (isim, fiil) | |||||
i.; köle, kul f.; köle gibi çalışmak | |||||
He treated his wife like a slave. (Karısına bir köleymiş gibi davranıyordu.) | |||||
2434) sleep; (isim, fiil) | |||||
i.; uyku, uyuma f.; uyumak, uyuklamak | |||||
The baby is sleeping. Be quiet. (Bebek uyuyor. Sessiz ol.) | |||||
2435) slice; (fiil, isim) | |||||
f.; dilimlemek, kesmek i.; dilim, pay | |||||
She sliced the meat carefully. (Eti özenle dilimledi.) | |||||
2436) slide; (isim, fiil) | |||||
i.; slayt, sürgü, kaydırak f.; kaydırmak, kaymak | |||||
The children were sliding on the snow. (Çocuklar karın üstünde kayıyorlardı.) | |||||
2437) slight; (sıfat, fiil) | |||||
s.; hafif, az, cüzi, belli belirsiz f.; önemsememek, hafife almak | |||||
Fortunately, the damage was slight. (Neyse ki hasar azdı.) | |||||
2438) slightly; (zarf) | |||||
hafifçe, az oranda , biraz | |||||
Are you afraid of high? -Ony slightly. (Yüksekten korkuyor musun? -Yalnızca biraz.) | |||||
2439) slip; (fiil) | |||||
kaymak, sürçmek, sıyırmak, kaçmak | |||||
He slipped over on the ice and broke his arm. (Buzun üzerine kayıp düştü ve kolunu kırdı.) | |||||
2440) slow; (fiil, sıfat) | |||||
f.; yavaşlatmak, ağırlaşmak s.; yavaş, ağır, aheste | |||||
Progress was slower than we expected. (Gelişim beklediğimizden daha yavaştı.) | |||||
2441) slowly; (zarf) | |||||
yavaşça, yavaş yavaş | |||||
Could you speak more slowly please. (Lütfen daha yavaş konuşur musun?) | |||||
2442) small; (sıfat) | |||||
küçük, ufak, ufacık, minik, alçak, az, önemsiz | |||||
That dress is too small for you. (O elbise senin için çok küçük.) | |||||
2443) smart; (sıfat, fiil) | |||||
s.; zeki, akıllı, gösterişli, hoş f.; sızlamak, acımak, ağrımak | |||||
You look very smart in that dress. (bu elbisenin içinde çok hoş görünüyorsun.) | |||||
2444) smell; (fiil, isim) | |||||
f.; kokmak, koklamak i.; koku | |||||
This perfume is smelling like a rose. (Bu parfüm gül gibi kokuyor.) | |||||
2445) smile; (fiil, isim) | |||||
f.; gülmek, gülümsemek, tebessüm etmek i.; gülücük, tebessüm | |||||
She smiled at me with joy. (Bana neşeyle gülümsedi.) | |||||
2446) smoke; (isim, fiil) | |||||
i.; duman, sigara içme f.; sigara içmek, duman tütmek | |||||
You should quit smoking for your health. (Sağlığın için sigarayı bırakmalısın.) | |||||
2447) smooth; (fiil, sıfat) | |||||
f.; düzlemek, yumuşatmak s.; düz, pürüzsüz | |||||
Her skin was perfectly smooth. (Onun cildi mükemmel derecede pürüzsüzdü.) | |||||
2448) snap; (fiil, isim, sıfat) | |||||
f.; patlamak, koparmak,çat diye kapanmak, şipşak fotoğraf çekmek,şaklamak, ısırmaya çalışmak i.; çıtırtı, şak sesi, ısırma, şipşak fotoğraf s.; anlık, beklenmedik | |||||
The rope suddenly snapped. (İp birdenbire koptu.) | |||||
2449) snow; (isim, fiil) | |||||
i.; kar f.; kar yağmak | |||||
Children are playing in the snow. (Çocuklar karda oynuyorlar.) | |||||
2450) so; | |||||
zf.; böyle,öyle, bu kadar, demek ki, dolayısıyla, bu yüzden, bundan dolayı bağ.; ve , için, öyleki | |||||
We have so much to do. (Yapacak çok şeyimiz var.) | |||||
2451) so-called; (sıfat) | |||||
sözde, adlı | |||||
How these so called improvements helped the local community? (Bu sözde gelişmeler yerel halka nasıl yardımcı oldu?) | |||||
2452) soccer; (isim) | |||||
futbol | |||||
We watched the soccer match in the stadium. (Futbol maçını stadyumda izledik.) | |||||
2453) social; (sıfat) | |||||
sosyal, toplumsal, arkadaş canlısı, girgin | |||||
It is important to provide social order. (Sosyal düzeni sağlamak önemlidir.) | |||||
2454) society; (isim) | |||||
toplum, topluluk, dernek, cemiyet, | |||||
Racism exists at all levels of society. (Irkçılık, toplumun her düzeyinde mevcut.) | |||||
2455) soft; (sıfat) | |||||
yumuşak, cıvık, hassas | |||||
The grass was soft and springy. (Çimler yumuşak ve canlıydı.) | |||||
2456) software; (isim) | |||||
yazılım | |||||
Will this software run on my machine? (Bu yazılım benim makinemde çalışacak mı?) | |||||
2457) soil; (isim,fiil) | |||||
i.; toprak f.; pislemek, lekemelek, kirletmek | |||||
This land has fertile soil. (Bu ülkenin verimli toprakları var.) | |||||
2458) solar; (sıfat) | |||||
güneş, güneşle ilgili | |||||
Solar power is used all around the world. (Güneş enerjisi dünyanın her yerinde kullanılıyor.) | |||||
2459) soldier; (isim) | |||||
asker, er, nefer, | |||||
The soldier was wounded in the leg. (Asker, bacağından vuruldu.) | |||||
2460) solid; (sıfat) | |||||
katı, katı cisim, sağlam, sert | |||||
She can’t eat solid food because of her illness. (Hastalığından dolayı katı yiyecek yiyemiyor.) | |||||
2461) solution; (isim) | |||||
çözüm, çözelti | |||||
We need to find an immediate solution for this problem. (Bu problem için acil bir çözüm bulmamız gerek.) | |||||
2462) solve; (fiil) | |||||
çözmek, halletmek, çözümlemek, aydınlatmak | |||||
The detective solved the mystery of the crime. (Dedektif suçun gizemini aydınlattı.) | |||||
2463) some; (sıfat, zarf) | |||||
s.; bazı, birkaç, biraz zf.; epey, aşağı yukarı, yaklaşık | |||||
There is still some juice in the bottle. (Şişede hala biraz meyve suyu var.) | |||||
2464) somebody; (zamir) | |||||
biri,birisi, bir kimse | |||||
I need somebody to help me. (Bana yardım edecek biri lazım.) | |||||
2465) somehow; (zarf) | |||||
bir şekilde, iyi kötü, nasıl olsa | |||||
Somehow, I trust him. (Bir şekilde ona güveniyorum.) | |||||
2466) someone; (zarf) | |||||
birisi, biri, bir kimse | |||||
There is someone in the garden. (Bahçede birisi var.) | |||||
2467) something; (isim) | |||||
bir şey | |||||
Would you like something to drink? (İçecek bir şey ister misiniz?) | |||||
2468) sometimes; (zarf) | |||||
bazen, arada, ara sıra, kimi zaman | |||||
Sometimes I visit my grandparents. (Ara sıra büyük annemi ve büyük babamı ziyaret ediyorum.) | |||||
2469) somewhat; (zarf) | |||||
bir nebze, birazcık, kısmen, aşağı yukarı | |||||
I was somewhat surprised to see him. (Onu gördüğüme biraz şaşırdım.) | |||||
2470) somewhere; (zarf, zamir) | |||||
zf.; bir yere, bir yerde zm.; bir yer | |||||
Let’s go somewhere silent. (Sessiz bir yere gidelim.) | |||||
2471) son; (isim) | |||||
oğul, erkek evlat, evlat | |||||
They have two sons and a daughter. (İki oğulları ve bir kızları var.) | |||||
2472) song; (isim) | |||||
şarkı, türkü, ötme, şakıma, destan | |||||
We sang a song together. (Birlikte şarkı söyledik.) | |||||
2473) soon; (zarf) | |||||
kısa süre içinde, az sonra, birazdan, pek yakında | |||||
I hope you will be better soon. (Umarım kısa süre içinde daha iyi olursun.) | |||||
2474) sophisticated; (sıfat) | |||||
sofistike, çok yönlü, karmaşık, tecrübeli, entelektüel | |||||
John is a sophisticated young man. (John entelektüel bir genç adam.) | |||||
2475) sorry; (sıfat) | |||||
üzgün, hüzünlü, üzüntülü | |||||
Sorry, I am late. (Üzgünüm, geç kaldım.) | |||||
2476) sort; (fiil, isim) | |||||
f.; sıralamak, sınıflandırmak i.; tür, cins, çeşit | |||||
These sort of problems are quite common. (Bu tür problemler oldukça yaygın.) | |||||
2477) soul; (isim) | |||||
ruh, maneviyat, tin | |||||
He belives that soul is immortal. (O, ruhun ölümsüz olduğuna iananır.) | |||||
2478) sound; (isim, fiil) | |||||
i.; ses f.; ses vermek, gibi gelmek | |||||
It sounds ridiculous. (Kulağa gülünç geliyor.) | |||||
2479) soup; (isim) | |||||
çorba, | |||||
The soup is not warm enough. (Bu çorba yeterince sıcak değil.) | |||||
2480) source; (isim) | |||||
kaynak, köken, menşe | |||||
We should use renewable energy sources. (Yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmalıyız.) | |||||
2481) south; (isim) | |||||
güney | |||||
Which way is south? (Güney hangi taraf?9 | |||||
2482) southern; (sıfat) | |||||
güney, güneyli, güneye ait | |||||
It is obvious from his accent that he comes from southern. (Güneyden geldiği aksanından apaçık belli.) | |||||
2483) Soviet; (isim) | |||||
sovyet rusya idare meclisi | |||||
The Soviet Union collapsed in 1991. (Soveyt Birliği 1991 yılında dağıldı.) | |||||
2484) space; (isim) | |||||
uzay, aralık, boşluk, açıklık, mekan | |||||
She was the first woman in space. (O, uzaydaki ilk kadındı.) | |||||
2485) Spanish; (isim, sıfat) | |||||
i.; ispanyolca s.; ispanyol | |||||
Spanish was easy to learn for me. (İspanyolca’yı öğrenmek benim için kolay oldu.) | |||||
2486) speak; (fiil) | |||||
konuşmak, ses çıkarmak | |||||
She speaks five languages. (O, beş dil konuşuyor.) | |||||
2487) speaker; (isim) | |||||
konuşmacı, spiker, meclis başkanı, hoparlör | |||||
He was a guest speaker at the seminar. (O, seminerde konuk konuşmacıydı.) | |||||
2488) special; (sıfat) | |||||
özel, hususi | |||||
What are your special interests? (Özel uğraşlarınız nelerdir?) | |||||
2489) specialist; (isim) | |||||
uzman, uzman doktor | |||||
You need some specialist advice. (Senin biraz uzman tavsiyesine ihtiyacın var.) | |||||
2490) species; (isim) | |||||
tür, cins | |||||
There are many species of birds. (Birçok kuş türü vardır.) | |||||
2491) specific; (sıfat) | |||||
özel, özgü, belirlli | |||||
I gave you specific instructions. (Sana belirli yönergeleri verdim.) | |||||
2492) specifically; (zarf) | |||||
belirli bir biçimde, özellike | |||||
I specifically told you not to eat junk food. (Sana ıvır zıvır yememeni özellikle söyledim.) | |||||
2493) speech; (isim) | |||||
konuşma, söylev, hitabe | |||||
Their friends made speeches at their wedding. (Arkadaşları düğünlerinde konuşma yaptılar.) | |||||
2494) speed; (isim, fiil) | |||||
i.; hız, sürat f.; hızla gitmek, süratli gitmek | |||||
Don’t exceed the speed limit. .(Hız sınırını aşma.) | |||||
2495) spend; (fiil) | |||||
harcamak, geçirmek (vakit, geceyi vb.), sarf etmek | |||||
I have spent all my money. (Bütün paramı harcadım.) | |||||
2496) spending; (isim) | |||||
harcama | |||||
They made a survey on spending habits. (Harcama alışkanlıkları üzerine bir anket yaptılar.) | |||||
2497) spin; (fiil, isim) | |||||
f.; döndürmek, bükmek, eğirmek i.; dönme, devir | |||||
My head is spinning. (Başım dönüyor.) | |||||
2498) spirit; (isim) | |||||
ruh,ruh hali, can, ispirto | |||||
I am in good spirits today. (Bugün iyi ruh halimdeyim.) | |||||
2499) spiritual; (sıfat) | |||||
ruhsal, manevi, dini | |||||
We are concerned about his spiritual welfare. (Onun ruhsal sağlığı hakkında endişeliyiz.) | |||||
2500) split; (fiil) | |||||
bölmek, yarmak, ayırmak, parçalanmak | |||||
The debate has split the country down the middle. (Tartışma, ülkeyi ikiye böldü.) | |||||
2501) spokesman; (isim) | |||||
sözcü, konuşmacı | |||||
A spokesman for the government answered the questions. (Hükümet sözcüsü soruları yanıtladı.) | |||||
2502) sport; (isim) | |||||
spor | |||||
I am not interested in sport. (Sporla ilgilenmiyorum.) | |||||
2503) spot; (isim, fiil) | |||||
nokta, benek, leke f.; beneklemek, fark etmek, ayırt etmek | |||||
Leopard has spots. (Leoparın benekleri vardır.) | |||||
2504) spread; (fiil) | |||||
yaymak, yayılmak, bulaşmak | |||||
The disease spreads easily. (Hastalık hızlı bir şekilde yayılıyor.) | |||||
2505) spring; (isim, sıfat, fiil) | |||||
i.; yay, ilkbahar, bahar, kaynak, memba s.; yaylı f.; burkmak, atlamak | |||||
He was born in the spring of 1952. (1952 yılının baharında doğdu.) | |||||
2506) square; (isim, sıfat) | |||||
i.; meydan s.; kare | |||||
She drew a square room. (Kare şeklinde bir oda çizdi.) | |||||
2507) squeeze; (fiil) | |||||
sıkışmak, sıkmak, ezmek | |||||
He squeezed my hand and smiled at me. (Elimi sıktı ve bana gülümsedi.) | |||||
2508) stability; (isim) | |||||
kararlılık, durağanlık, istikrar, sabitlik, tutarlılık | |||||
It was time of political stability. (Siyasi istikrarın olduğu zamanlardı.9 | |||||
2509) stable; (isim, sıfat) | |||||
i.; ahır, dam s.; istikrarlı, sabit, değişmez, durağan, kararlı | |||||
She wants a stable relationship. (O, istikrarlı bir ilişki istiyor.) | |||||
2510) staff; (isim) | |||||
kadro, personel, gereç | |||||
We have 20 part-time staff. (20 tane yarı zamanlı çalışan elemanımız var.) | |||||
2511) stage; (fiil, isim) | |||||
f.; sahnelemek, sahneye koymak i.; sahne, evre, etap, devre, kademe, aşama | |||||
The product is at the design stage. (Ürün tasarlama aşamasında.) | |||||
2512) stair; (isim) | |||||
merdiven basamağı | |||||
How many stairs are there? (Kaç tane basamak var?) | |||||
2513) stake; (isim, fiil) | |||||
i.; kazık, direk, pay f.; kazığa bağlamak, rest çekmek | |||||
He has the 20% stake in the company. (Onun şirkette %20 payı var.) | |||||
2514) stand; (fiil, isim) | |||||
f.; ayakta durmak, dikilmek, katlanmak i.; ayaklık | |||||
She was too weak to stand. (Ayakta durmak için fazla güçsüzdü.) | |||||
2515) standard; (sıfat, isim) | |||||
s.; standart, normal i.; norm, ölçüt | |||||
We aim to sustain our standards of customer care. (Müşteri ilişkileri standartlarımızı devam ettirmeyi hedefliyoruz.) | |||||
2516) standing; (sıfat, isim) | |||||
s.; ayakta, durma i.; duruş, durma, konum, saygınlık | |||||
The conract has no legal standing. (Kontratın yasal bir konumu yok.) | |||||
2517) star; (isim) | |||||
yıldız , ünlü | |||||
You are shining like a star. (Bir yıldız gibi parlıyorsun.) | |||||
2518) stare; (fiil) | |||||
dik dik bakmak, uzun uzun bakmak | |||||
Everyone stared him after he screamed. (Çığlık attıktan sonra herkes ona dik dik baktı.) | |||||
2519) start; (fiil, isim) | |||||
f.; başlamak, başlatmak i.; başlama, başlangıç | |||||
I have just started a new job. (Henüz yeni bir işe başladım.) | |||||
2520) state; (fiil, isim) | |||||
f.; belirtmek, ifade etmek, bildirmek i.; devlet, eyalet, durum, hal | |||||
He was in state of temporary depression. (Geçici bir depresyon halindeydi.) | |||||
2521) statement; (isim) | |||||
açıklama, beyan, söz, ifade | |||||
Do you agree with this statement? (Bu ifadeye katılıyor musun?) | |||||
2522) station; | |||||
istasyon, gar, terminal, durak | |||||
We walked back to the station. (İstasyona geri yürüdük.) | |||||
2523) statistics; (isim) | |||||
istatik, sayımbilim | |||||
According to statistics over 2000 people killed because of the disease. (İstatistiklere göre hastalıktan 2000’in üzerinde insan öldü.) | |||||
2524) status; (isim) | |||||
statü, konum, durum, hal, mevki | |||||
She married a man with a high social status. (Sosyal statüsü yüksek olan bir adamla evlendi.) | |||||
2525) stay; (fiil, isim) | |||||
f.; kalmak,durmak, beklemek i.; kalma, kalış, kalış süresi | |||||
You stay here, I’ll be back soon. (Sen burada kal, ben hemen döneceğim.) | |||||
2526) steady; (isim, sıfat) | |||||
i.; sabit durum s.; istikrarlı, sağlam, sabit | |||||
We are making a steady progress. (İstikrarlı bir ilerleme kaydediyoruz.) | |||||
2527) steal; (fiil) | |||||
çalmak, hırsızlık yapmak | |||||
My wallet was stolen. (Cüzdanım çalındı.) | |||||
2528) steel; (isim) | |||||
çelik | |||||
The frame is made of steel. (Çerçeve çelikten yapılmış.) | |||||
2529) step; (isim, fiil) | |||||
i.; adım, basamak,hamle, üvey f.; basmak, adım atmak, girmek | |||||
He took a step towards me. (Bana doğru bir adım attı.) | |||||
2530) stick; (isim, fiil) | |||||
i.; sopa, çubuk f.; saplamak, batırmak, yapıştırmak,yapışmak | |||||
I stock the photos into an album. (Fotoğrafları albüme yapıştırdım.) | |||||
2531) still; (sıfat, zarf) | |||||
s.; durgun, sabit, hareketsiz zf.; hala, yine de, buna rağmen, kıpırdamadan | |||||
He went two hours ago and I’m still waiting for him. (İki saat önce gitti ve ben hala onu bekliyorum.) | |||||
2532) stir; (fiil) | |||||
karıştırmak, uyandırmak(belli bir duyguyu) | |||||
He stirred his tea with milk. (Çayını sütle karıştırdı.) | |||||
2533) stock; (isim, fiil) | |||||
i.; stok, mevcut mal f.; stoklamak, depolamak, bulundurmak | |||||
The model you liked is not in stock. (Sizin beğendiğiniz model stokta yok.) | |||||
2534) stomach; (isim) | |||||
mide, karın | |||||
I’ve got a tomach-ache. (Midem ağrıyor.) | |||||
2535) stone; (isim) | |||||
taş, çekirdek (meyve) | |||||
She threw a stone to the window. (Pencereye taş fırlattı.) | |||||
2536) stop; (fiil, isim) | |||||
f.; durmak, durdurmak, kesilmek i.; durak, durma, duraklama | |||||
The rain had stopped and the clouds had cleared away. (Yağmur durmuştu ve bulutlar kaybolmuştu.) | |||||
2537) storage; (isim) | |||||
depo, depolama, biriktirme | |||||
We need more storage now. (Daha fazla depolamaya ihtiyacımız var.) | |||||
2538) store; (fiil, isim) | |||||
f.;depolamak, saklamak, muhafaza etmek i.;mağaza,depo, ambar | |||||
Where is the nearest carpet store? (En yakın halı mağazası nerede?) | |||||
2539) storm; (isim, fiil)) | |||||
fırtına f.; fırtına gibi esmek, bağırıp çağırmak | |||||
The storm broke after rain (Yağmurdan sonra fırtına başladı.) | |||||
2540) story; (isim) | |||||
hikaye, öykü, tarih, rivayet | |||||
I am going to tell you a fantastic story. (Sana fantastik bir hikaye anlatacağım.) | |||||
2541) straight; (sıfat, zarf) | |||||
s.; doğru, düz, düzgün zf.; dosdoğru, dümdüz | |||||
He looked me straight in the eye. (Dosdoğru gözlerimin içine baktı.) | |||||
2542) strange; (sıfat) | |||||
tuhaf, garip, acayip, yabancı | |||||
A strange thing happened in the movie. (Filmde tuhaf bir şey oldu.) | |||||
2543) stranger; (isim) | |||||
yabancı | |||||
I am stranger in this country. (Ben bu ülkede yabancıyım.) | |||||
2544) strategic; (sıfat) | |||||
stratejik | |||||
Cameras were set up at strategic points. (Kameralar stratejik noktalara yerleştirildi.) | |||||
2545) strategy; (isim) | |||||
strateji, taktik | |||||
He was a total genius when it came to military strategy. (Konu askeri strateji olunca tam bir dahiydi.) | |||||
2546) stream; (isim, fiil) | |||||
dere, akarsu f.; akıp gitmek | |||||
Tears streamed down her face. (Gözyaşları yüzünden akıp gitti.) | |||||
2547) street; (isim) | |||||
cadde, sokak, yol | |||||
He was mooning around the street. (Caddede dalgın dalgın dolanıp duruyordu.) | |||||
2548) strength; (isim) | |||||
güç, kuvvet, sağlamlık, dayanma gücü | |||||
I have no strength to walk any further. (Daha fazla yürüyecek güzüm yok.) | |||||
2549) strengthen; (fiil) | |||||
güçlendirmek, kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak | |||||
He pushed the rock with his all strength. (Kayayı tüm gücüyle itti.) | |||||
2550) stress; (isim, fiil) | |||||
i.; stres, baskı f.; vurgu yapmak, tonlamak | |||||
Stress is often a factor for diseases. (Stres genellikle hastalıkların etmenidir.) | |||||
2551) stretch; (fiil) | |||||
germek, uzatmak, uzamak, gerinmek, esnemek | |||||
This tshirt has stretched. (Bu tişört esnedi.) | |||||
2552) strike; (isim, fiil) | |||||
i.;darbe, çarpma, grev f.; vurmak, çarpmak | |||||
The ship struck a rock. (Gemi bir kayaya çarptı.) | |||||
2553) string; (isim, fiil) | |||||
i.; sicim, dizi f.; kılçıklarını ayıklamak, ipe dizmek, germek | |||||
The necklace is in form of stringed pearls. (Gerdanlık ipe dizilmiş inciler halindeydi.) | |||||
2554) strip; (fiil, isim) | |||||
f.; soymak, soyunmak, giysilerini çıkarmak i.;şerit, soyunma, sınır, striptiz | |||||
I stripped and washed myself. (Soyundum ve yıkandım.) | |||||
2555) stroke; (isim) | |||||
vuruş, inme, felç | |||||
What a beautiful stroke! (Ne kadar güzel bir vuruş!) | |||||
2556) strong; (sıfat) | |||||
güçlü, kuvvetli, sıkı, sert,sağlam, dayanıklı, istikrarlı | |||||
He lifted the heavy box with his strong arms. (Güçlü kollarıyla ağır koliyi kaldırdı.) | |||||
2557) strongly; (zarf) | |||||
kuvvetle, şiddetle, fazlasıyla, son derece | |||||
I am strongly opposed to the idea. (Bu fikre şiddetle karşı çıkıyorum) | |||||
2558) structure; (isim, fiil) | |||||
i.; yapı, bina, inşaat, iskelet, bünye f.; yapılandırmak, şekillendirmek | |||||
These two sentences have equivalent grammatical structures. (Bu iki cümlenin yapıları eş gramer yapıları var.) | |||||
2559) struggle; (isim, fiil) | |||||
i.; çabalama, mücadele f.; çabalamak, mücadele etmek, cebelleşmek | |||||
We are struggling for our independence. (Özgürlüğümüz için mücadele ediyoruz.) | |||||
2560) student; (isim) | |||||
öğrenci, talebe | |||||
These students are really clever. (Bu öğrenciler gerçekten akıllı.) | |||||
2561) studio; (isim) | |||||
stüdyo, stüdyo daire, atöyle | |||||
They are recording a song in the studio. (Stüdyoda şarkı kayda alıyorlar.) | |||||
2562) study; (fiil, isim) | |||||
f.; çalışmak, öğrenim görmek, araştırmak, incelemek i.; çalışma, öğrenim, araştırma | |||||
I studied Maths the whole night. (Bütün gece matematik çalıştım.) | |||||
2563) stuff; (isim, fiil) | |||||
i.; şey, ıvır zıvır, eşya f.; tıkmak, tıka basa doldurmak | |||||
I prefer to buy stuffs in sale. (İndirimdeki şeyleri almayı tercih ederim.) | |||||
2564) stupid; (sıfat) | |||||
aptal, salak, ahmak, aptalca | |||||
I know, it was a stupid mistake. (Biliyorum çok aptal bir hataydı.) | |||||
2565) style; (isim, fiil) | |||||
i.; stil, tarz , üslup, biçem f.; biçimlendirmek, dizayn etmek | |||||
She has a different clothing style. (Onun farklı bir giyim tarzı var.) | |||||
2566) subject; (isim) | |||||
konu, ders, özne, | |||||
Climate change is still a subject of debate. (İklim değişikliği hala bir tartışma konusu.) | |||||
2567) submit; (fiil) | |||||
sunmak, vermek,arz etmek, ileri sürmek, boyun eğmek | |||||
She refused to submit to threats. (Tehditlere boyun eğmeyi reddetti.) | |||||
2568) subsequent; (sıfat) | |||||
sonradan gelen, izleyen, takip eden, daha sonraki | |||||
Subseqent events confirmed our guess’. (Takip eden gelişmeler tahminlerimizi doğruladı.) | |||||
2569) substance; (isim) | |||||
madde, cisim, öz | |||||
It is dangerous to mix these substances. (Bu maddeleri karıştımak tehlikeli.) | |||||
2570) substantial; (sıfat) | |||||
önemli, varlıklı, var olan, maddi, büyük çapta | |||||
They earned substantial amount of money. ( Büyük çapta para kazandılar.) | |||||
2571) succeed; (fiil) | |||||
başarılı olmak, başarmak, amacına ulaşmak, izlemek | |||||
Our plan succeeded. (Planımız başarılı oldu.) | |||||
2572) success; (isim) | |||||
başarı, başarma, başarılı kimse | |||||
We owe our success to your works. (Başarımızı sizin çalışmalarınıza borçluyuz.) | |||||
2573) successful; (sıfat) | |||||
başarılı | |||||
I wasn’t very successuful in highschool. (Lisede çok başarılı değildim.) | |||||
2574) successfully; (zarf) | |||||
başarılı bir şekilde, başarıyla | |||||
She successfully graduate from university. (Üniversiteden başarıyla mezun oldu.) | |||||
2575) such; (sıfat, zarf) | |||||
s.; çok, öyle, böylesine , bunun gibi zf.; ne kadar da, mesela, öylesine | |||||
I have never seen such a complex sentence. (Hiç böylesine karmaşık bir cümle görmemiştim.) | |||||
2576) sudden; (sıfat) | |||||
ani, beklenmedik | |||||
Her death was very sudden. (Onun ölümü çok beklenmedikti.) | |||||
2577) suddenly; (zarf) | |||||
aniden, birdenbire, ansızın, durup dururken | |||||
Suddenly the changed and it started to raining. (Hava aniden değişti ve yağmur yağmaya başladı.) | |||||
2578) sue; (fiil) | |||||
dava açmak, mahkemeye vermek | |||||
She sued for divorce. (Boşanmak için dava açtı.) | |||||
2579) suffer; (fiil) | |||||
acı çekmek, katlanmak, çekmek, sıkıntı çekmek | |||||
He suffered intense pain. (Çok acı çekti.) | |||||
2580) sufficient; (sıfat) | |||||
yeterli, kafi, elverişli | |||||
There is no sufficient food for everyone. (Herkes için yeteri kadar yiyecek yok.) | |||||
2581) sugar; (isim, ünlem) | |||||
şeker ünl.; şekerim, tatlım | |||||
Do you take sugar for your coffee? (Kahvene şeker alır mısın?) | |||||
2582) suggest; (fiil) | |||||
önermek, tavsiye etmek,fikir vermek, ileri sürmek, ortaya atmak | |||||
I suggest that we go out to eat. (Yemeği dışarda yemeyi öneriyorum.) | |||||
2583) suggestion; (isim) | |||||
öneri,önerme, telkin | |||||
Do you have any suggestions? (Bir önerin var mı?) | |||||
2584) suicide; (isim) | |||||
intihar | |||||
She attempted suicide. (O, intihara kalkıştı.) | |||||
2585) suit; (isim, fiil) | |||||
i.; takım, takım elbise f.; uygun olmak, uymak | |||||
The groom was wearing an elegant suit. (Damat şık bir takım elbise giyiyordu.) | |||||
2586) summer; (isim) | |||||
yaz mevsimi, yazlık | |||||
This tree blossoms in the late summer. (Bu ağaç yazın sonlarında çiçeklenir.) | |||||
2587) summit; (isim) | |||||
zirve, tepe, uç nokta, zirve toplantısı | |||||
We finally reached the summit. (Sonunda zirveye ulaştık.) | |||||
2588) sun; (isim) | |||||
güneş | |||||
The sun was shining. (Güneş parlıyordu.) | |||||
2589) super; (sıfat) | |||||
süper, müthiş, çok güzel, birinci sınıf | |||||
We had a super time in Spain. (İspanya’da müthiş zaman geçirdik.) | |||||
2590) supply; (fiil, isim) | |||||
f.; sağlamak, tedarik etmek, temin etmek i.; tedarik, arz, sağlama | |||||
The food supply is not enough. (Yiyecek arzı yeterli değil.) | |||||
2591) support; (fiil) | |||||
f.; desteklemek, tarafında olmak, güç vermek, yardımcı olmak i.; destek, arka çıkma, yardım | |||||
You should support your family in hard times. (Zor zamanlarda aileni desteklemelisin.) | |||||
2592) supporter; (isim) | |||||
taraftar, destekçi, yardımcı | |||||
He is a supporter of Arsenal. (O, Arsenal taraftarı.) | |||||
2593) suppose; (fiil) | |||||
sanmak, zannetmek, varsaymak, farz etmek | |||||
I suppose that he is very rich. (Sanıyorum o çok zengin.) | |||||
2594) supposed; (sıfat) | |||||
sözde, varsayılan, farzedilen | |||||
When did this supposed story happened? (bu sözde hikaye ne zaman yaşandı?) | |||||
2595) Supreme; (sıfat) | |||||
yüce, en büyük, ulu, yüksek | |||||
He is the member of Supreme Court. (O, Yüksek Mahkeme üyesidir.) | |||||
2596) sure; (sıfat, zarf) | |||||
s.; emin, güvenilir, kati zf.; elbette, mutlaka, şüphesiz, kesinlikle | |||||
I’m sure that I’ve seen that man before. (O adamı daha önce gördüğüme eminim.) | |||||
2597) surely; (zarf) | |||||
muhakkak, hakikaten, elbette, kesinlikle, şüphesiz | |||||
Do you love him? -Surely not. (Onu seviyor musun? -Elbette hayır.) | |||||
2598) surface; (isim, fiil) | |||||
i.; yüzey, düzey, üst, dış yüz f.; yüzeye çıkmak, su yüzüne çıkmak | |||||
We need a flat surface to play the game on. (Oyunu üzerinde oynamamız için düz bir yüzeye ihtiyacımız var.) | |||||
2599) surgery; (isim) | |||||
ameliyat | |||||
He will require surgery on his right arm. (Sağ kolundan ameliyat olacak.) | |||||
2600) surprise; (fiil, isim) | |||||
f.; şaşırtmak, hayrete düşürmek i.; sürpriz, şaşkınlık | |||||
What a nice surprise! (Ne güzel bir sürpriz!) | |||||
2601) surprised; (sıfat) | |||||
şaşırmış, şaşkın | |||||
He looked surprised when he saw me. (beni gördüğünde şaşırmış görünüyordu.) | |||||
2602) surprising; (sıfat) | |||||
şaşırtıcı | |||||
It is not surprising that they won. (Kazanmaları şaşırtıcı değil.) | |||||
2603) surprisingly; (zarf) | |||||
şaşırtıcı bir şekilde | |||||
She looked surprisingly well. (Şaşırtıcı derecede iyi görünüyordu.) | |||||
2604) surround; (fiil) | |||||
kuşatmak, etrafını sarmak, çevrelemek | |||||
The lake is surrounded by trees. (Göl ağaçlarla çevrelenmiş.) | |||||
2605) survey; (isim, fiil) | |||||
i.; anket, araştırma f.; anket yapmak, göz gezdirmek, incelemek | |||||
We used survey method for our research. (Araştırmamız için anket yöntemini kullandık.) | |||||
2606) survival; (isim) | |||||
hayatta kalma, yaşama, kalıntı | |||||
His only chance of survival was an operation. (Hayatta kalmasının tek yolu ameliyattı.) | |||||
2607) survive; (fiil) | |||||
hayatta kalmak, atlatmak, sağ kurtulmak | |||||
Only three people survived in the crash. (Kazada yalnızca üç kişi sağ kurtuldu.) | |||||
2608) survivor; (isim) | |||||
sağ kalan, hayatta kalan, kurtulan | |||||
There were no survivors. (Hayatta kalan kimse yoktu.) | |||||
2609) suspect; (fiil, sıfat) | |||||
f.; şüphelenmek, kuşkulanmak, güvenmemek s.; şüpheli, sanık | |||||
I suspected him of lying. (Onun yalan söylediğinden şüphelendim.) | |||||
2610) sustain; (fiil) | |||||
devam ettirmek, sürdürmek, güç vermek, ayakta tutmak | |||||
She managed to sustain everyone’s interest during her speech. (Kouşması süresince herkesin ilgisini sürdürmeyi başardı.) | |||||
2611) swear; (fiil) | |||||
sövmek, küfür etmek, yemin etmek | |||||
I swear I will never leave you. (Yemin ederim seni asla terketmeyeceğim.) | |||||
2612) sweep; (fiil) | |||||
süpürmek, önüne katmak, sürüklenmek | |||||
She swept the room. (O, odayı süpürdü.) | |||||
2613) sweet; (isim) | |||||
tatlı, şirin, şekerleme | |||||
The fruit juice is too sweet for me. (Meyve suyu benim için çok tatlı.) | |||||
2614) swim; (fiil, isim) | |||||
f.; yüzmek i.; yüzme | |||||
I go swimming once in a week. (Haftada bir yüzmeye giderim.) | |||||
2615) swing; (fiil, isim) | |||||
f.; sallanmak, sallamak, salıncakta sallanmak i.sallanma | |||||
The children are swinging in the park. (Çocuklar parkta salıncakta sallanıyorlar.) | |||||
2616) switch; (fiil, isim) | |||||
f.; değiştirmek, düğmeye basıp açmak/kapatmak i.; değişme, şalter | |||||
John switched on the TV. (John televizyonu açtı.) | |||||
2617) symbol;(isim) | |||||
sembol, işaret, simge | |||||
Red rose is a symbol of love. (Kırmızı gül aşkın bir simgesidir.) | |||||
2618) symptom; (isim) | |||||
belirti, gösterge, emare | |||||
Cough is a symptom of flu. (Öksürük gribin bir belirtisidir.) | |||||
2619) system; (isim) | |||||
sistem, usul, yol, düzen, şebeke | |||||
The first railway system was buit about a hundred years ago. (İlk demiryolu sistemi yaklaşık yüz yıl önce yapıldı.) | |||||
T | |||||
2620) table; (isim) | |||||
masa, sofra, tezgah, tablo, tabla | |||||
She put a plate on the table. (Masaya bir tabak koydu.) | |||||
2621) tablespoon; (isim) | |||||
yemek kaşığı, çorba kaşığı | |||||
Add two tablespoon of flour. (İki yemek kaşığı un ekle.) | |||||
2622) tactic; (isim) | |||||
taktik | |||||
It is time to try another tactic. (Şimdi başka bir taktik deneme zamanı.) | |||||
2623) tail; (isim) | |||||
kuyruk, arka kısım | |||||
The dog is wagging its tail to play. (Köpek oyun oynamak için kuyruğunu sallıyor.) | |||||
2624) take; (fiil) | |||||
almak, götürmek, (fotoğraf) çekmek, alıp götürmek, kabul etmek, gerekmek, gerektirmek, elde etmek, etkili olmak, sınava girmek, çıkarmak | |||||
Take the key and open the door. (Anahtarı al ve kapıyı aç.) | |||||
2625) tale; (isim) | |||||
masal | |||||
I love listening tales before I sleep. (Uyumadan önce masal dinlemeyi severim.) | |||||
2626) talent; (isim) | |||||
yetenek, kabiliyet, hüner, marifet | |||||
She is a great talent. (O büyük bir yetenek. ) | |||||
2627) talk; (fiil, isim) | |||||
f.; konuşmak, söylemek, söz etmek i.; konuşma, sohbet, laf | |||||
Let’s talk about our future plans. (Gelecek planlarımız hakkında konuşalım.) | |||||
2628) tall; (sıfat) | |||||
uzun, boylu boslu, servi boylu | |||||
He is tall and thin. (O, uzun ve zayıf.) | |||||
2629) tank; (isim) | |||||
tank, depo, hazne | |||||
The fuel tank exploded. (Yakıt tankı patladı.) | |||||
2630) tap; (fiil, isim) | |||||
f.; hafifçe vurmak, suyunu akıtmak, tıpa takmak, para sızdırmak i.; musluk, tıkaç, tıpa | |||||
Someone tapped at the window. (Birisi pencereye hafifçe vurdu.) | |||||
2631) tape; (isim, fiil) | |||||
i.; bant, şerit, kaset, bant kaydı f.; kayda almak, banda çekmek | |||||
I lent her my Michael Jackson tapes. (Ona Michael Jackson kasetlerimi ödünç verdim.) | |||||
2632) target; (isim, fiil) | |||||
i.; hedef, erek, amaç f.; hedeflemek, amaçlamak | |||||
Set yourself available targets. (Kendine ulaşabileceğin hedefler koy.) | |||||
2633) task; (isim, fiil) | |||||
i.; görev, vazife,iş f.; görevlendirmek, iş vermek | |||||
He accomplished his task. (Görevini başarıyla tamamladı.) | |||||
2634) taste; (fiil, isim) | |||||
f.; tatmak, tat vermek, tadına gitmek i.; tat, lezzet | |||||
The soup tastes good. (Çorbanın lezzeti güzel. | |||||
2635) tax; (isim, fiil) | |||||
i.; vergi, vergilendirme, harç f.; vergi koymak | |||||
They have to pay their tax until the end of this month. (Bu ayın sonuna kadar vergilerini ödemek zorundalar.) | |||||
2636) taxpayer; (isim) | |||||
mükellef, vergi veren kimse | |||||
Each taxpayer pays 300 dollars a year. (Her vergi mükellefi yıllık 300 dolar ödüyor.) | |||||
2637) tea; (isim) | |||||
çay | |||||
Would you like tea or coffee? (Çay mı istersin kahve mi?) | |||||
2638) teach; (fiil) | |||||
öğretmek, eğitmek, ders vermek, ders anlatmak, öğretmenlik yapmak | |||||
John teaches them English. (John onlara İngilizce öğretiyor.) | |||||
2639) teacher; (isim) | |||||
öğretmen, muallim | |||||
There is a growing need for qualified teachers. (Nitelikli öğretmen ihtiyacı artıyor.) | |||||
2640) teaching; (isim) | |||||
öğretme, öğretim, öğretmenlik | |||||
Teaching at a primary school is funny. (İlkokulda öğretmenlik yapmak eğlenceli.) | |||||
2641) team; (isim, fiil) | |||||
i.; takım, ekip, tim, grup f.; takım oluşturmak, ekip kurmak | |||||
The team is not playing very well this season. (Takım bu sezon çok iyi oynamıyor.) | |||||
2642) tear; (fiil, isim) | |||||
f.; yırtmak, yırtılmak, kopmak i.;yırtık, gözyaşı | |||||
I tore my shirt on the fence. (Gömleğimi çite takılıp yırttım.) | |||||
2643) teaspoon; (isim) | |||||
çay kaşığı | |||||
Add one teaspoon of salt. (Bir çay kaşığı tuz ekle.) | |||||
2644) technical; (sıfat) | |||||
teknik | |||||
They offer free technical support. (Onlar, ücretsiz teknik destek sunuyorlar.) | |||||
2645) technique; (isim) | |||||
teknik, yöntem, fen | |||||
We’ve improved our marketing techiques. (Pazarlama tekniklerimizi geliştirdik.) | |||||
2646) technology; (isim) | |||||
teknoloji | |||||
Modern technology has made our lives more comfortable. (Modern teknoloji, hayatlarımızı daha rahat bir hale getirdi.) | |||||
2647) teen; (isim) | |||||
genç, delikanlı | |||||
The teen readers showed a great interest to his book. (Genç okuyucular onun kitabına büyük ilgi gösterdi.) | |||||
2648) teenager; (isim) | |||||
ergen, 13ile 19 yaş arasındaki kimse, delikanlı | |||||
This magazine is for teenagers. (Bu dergi ergenler için.) | |||||
2649) telephone; (isim, fiil) | |||||
i.; telefon f.; telefon etmek | |||||
I made a telephone call. (Telefon görüşmesi yaptım.) | |||||
2650) telescope; (isim) | |||||
teleskop | |||||
We looked at the stars through a telescope. (Bir teleskop ile yıldızları izledik.) | |||||
2651) television; (isim) | |||||
televizyon | |||||
Please turn off the television. (Lütfen televizyonu kapat.) | |||||
2652) tell; (fiil) | |||||
anlatmak, söylemek, demek, haber vermek | |||||
Tell me what do you want to do? (Ne yapmak istediğini bana anlat.) | |||||
2653) temperature; (isim) | |||||
sıcaklık, ısı, ısı derecesi | |||||
The temperature will rise 5 degrees. (Sıcaklık beş derece artacak.) | |||||
2654) temporary; (sıfat) | |||||
geçici | |||||
I am looking for a temporary work. (Geçici bir iş arıyorum.) | |||||
2655) ten; (isim) | |||||
on (sayı) | |||||
The boy was just ten years old in this picture. (Çocuk, bu fotoğrafta yalnızca on yaşındaydı.) | |||||
2656) tend; (fiil) | |||||
eğilimi olmak, meyletmek, yönelmek, yüz tutmak | |||||
Women tend to live longer than men. (Kadınlar, erkeklerden daha uzun yaşamaya eğilimlidirler.) | |||||
2657) tendency; (isim) | |||||
eğilim, yönelim | |||||
I have a tedency to get nervous when I am hungry. (Açken sinirlenmeye eğilimim var.) | |||||
2658) tennis; (isim) | |||||
tenis | |||||
We are going to play tennis at the weekend. (Haftasonu tenis oynayacağız.) | |||||
2659) tension; (isim) | |||||
tansiyon, gerilim, gerginlik | |||||
The tension between two political leaders is increasing. (İki siyasi lider arasındaki tansiyon artıyor.) | |||||
2660) tent; (isim) | |||||
çadır | |||||
We pitched our tent in the woods. (Çadırımızı ormanlık alana kurduk.) | |||||
2661) term; (isim, fiil) | |||||
i.; terim, dönem, devre, sömestr, yarıyıl f.; isimlendirmek, adlandırmak | |||||
‘Alto” is a musical term. (Alto, bir müzik terimidir.) | |||||
2662) terms; (isim) | |||||
ara, koşullar, anlaşma koşulları, şartlar, ücret, fiyat | |||||
I can’t work under these terms. (Bu koşullar altında çalışamam.) | |||||
2663) terrible; (sıfat) | |||||
berbat, korkunç, müthiş, feci | |||||
I saw a terrible dream. (Berbat bir rüya gördüm.) | |||||
2664) territory; (isim) | |||||
bölge, arazi, mıntıka, yöre, memleket, toprak, kara | |||||
The island is Greek territory. (Bu ada Yunan toprağı.) | |||||
2665) terror; (isim) | |||||
terör, dehşet | |||||
The people escaped from terror in their land. (İnsanlar ülkelerindeki terörden kaçtılar.) | |||||
2666) terrorism; (isim) | |||||
terörizm | |||||
The government is fighting against terrorism. (Hükümet terorizme karşı savaşıyor.) | |||||
2667) terrorist; (isim) | |||||
terörist | |||||
The terrorists released the hostages. (Teröristler rehineleri serbest bıraktı.) | |||||
2668) test; (isim, fiil) | |||||
i.; test, deneme, deney, sınav f.; test etmek, denemek, sınamak, tahlil etmek | |||||
When can I get my test results. (Test sonuçlarımı ne zaman alabilirim?) | |||||
2669) testify; (fiil) | |||||
tanıklık etmek, şahitlik etmek | |||||
There are several witnesse who will testify for the defence. (Savunma için tanıklık edecek bir sürü şahit var.) | |||||
2670) testimony; (isim) | |||||
tanıklık, şahitlik, ifade verme | |||||
Can I refuse to give testimony? (İfade vermeyi reddebilir miyim?) | |||||
2671) testing; (isim) | |||||
deneme, sınav, test etme | |||||
The people are against nuclear testing in their region. (İnsanlar, yaşadıkları bölgede nükleer deneme yapılmasına karşılar.) | |||||
2672) text; (isim, fiil) | |||||
i.; metin f.; cep telefonundan mesaj atmak | |||||
We read the text carefully. (Metni dikkatlice okuduk.) | |||||
2673) than; (edat) | |||||
…den/ dan , -mektense | |||||
He was much smaller than his brother. (Kardeşinden daha kısaydı.) | |||||
2674) thank; (isim, fiil) | |||||
i.; teşekkür, şükran f.; teşekkür etmek | |||||
Thank you for the meal. (Yemek için teşekkürler.) | |||||
2675) thanks; (isim, ünlem) | |||||
i.; teşekkür ünl.; teşekkürler | |||||
Thanks for your support. (Desteğin için teşekkürler.) | |||||
2676) that; (zamir, bağlaç) | |||||
zm.; o, şu zf.; bu kadar, o kadar bağ.; diye, -dığı/-diği, ki | |||||
Look at that man! (Şu adama bak!) | |||||
2677) the; (isim) | |||||
bilinen veya hakkında konuşulan nesne ve insanları belirtmede isimlerden önce kullanılır | |||||
What’s the matter? (Sorun nedir?) | |||||
2678) theater; (isim) | |||||
tiyatro | |||||
I used to go to the theater every month. (Eskiden her ay tiyatroya giderdim.) | |||||
2679) their; (zamir) | |||||
onların | |||||
Parents love their children equally. (Anne babalar, çocuklarını eşit derecede severler.) | |||||
2680) them; (zamir) | |||||
onlara, onların | |||||
I gave them notes for the exam. (Onlara sınav için notları verdim.) | |||||
2681) theme; (isim) | |||||
tema, madde, konu | |||||
The basic team of the article is climate change. (Bu makalenin ana teması iklim değişikliğidir.) | |||||
2682) themselves; (zamir) | |||||
kendileri, kendilerine, kendilerini | |||||
They have bought themselves a new car. (Kendilerine yeni bir araba aldılar.) | |||||
2683) then; (isim, sıfat, zarf) | |||||
i.; o zamanlar s.; o zamanki zf.;o halde, öyleyse, ondan sonra | |||||
Life was harder then because I didn’t have a job. (Hayat o zamanlar zordu çünkü bir işim yoktu.) | |||||
2684) theory; (isim) | |||||
teori, kuram | |||||
According to the theory of relativity, nothing can travel faster than light. (İzafiyet teorisine göre ışıktan daha hızlı giden bir şey yoktur.) | |||||
2685) therapy; (isim) | |||||
terapi, tedavi, iyileştirme | |||||
She underwent drug theraphy. (O, ilaç tedavisi gördü.) | |||||